29 Haziran 2017 Perşembe

J U S T D O I T!!!

097D354D-8DA0-44FE-BB8E-2248B5B15C2F-4203-000002E6FD646644

 

Sabah beşte çalan saate nazlanmadan uyandım bu gün. Dün gece eve geç döndüm. Geç dediğim benim standardıma göre geç, saat on bir falandı. Uyuyuncaya kadar gece yarısı olmuştu, uyanabileceğimden emin değildim ama yine de saati kurdum.  05.55 alarmı ile de yedekledim. Gerek kalmayacakmış.

Bir evvelki  ayı da sayarsam neredeyse 30 gündür düzenli çalışıyor olmanın semeresi galiba; geçen haftalarda şikayetçi olduğum standart direncim pek ortalarda yok. Kararlılık direncin hakkından geldi mi ne sevgili sangha? Ya da direnç akıllı çıktı, baktı hapırsa da köpürse de o yoga yapılıyor; artık ne kendini yoruyor ne beni geciktiriyor sağolsun. Sadece yogaya başlarkenki tavrımda değil değişim, asanalarla pazarlıklarım da azaldı. Kesinlik ne güzel şey. Teredütler, gönülsüzlük, becerebilir miyim soruları, yorgunum feveranları, araya ıvır zıvır işler sokmalar, dikkatini dağıtacak şeylerin peşine düşmeler... biliyorsunuz işte, o direnç sizin hayatınızda ne şekilde ortaya çıkıyorsa onlar ortadan kalkınca, meğer ne kadar daha kolay, ne kadar daha güzel oluyormuş yoga. Saatin sesini duydun, sabahın olduğunu bildin. Güne yoga ile başlayacağını da bildikten sonra o kutsal zaman dilimi bitene kadar dışarıdan gelecek başka bir bilgiye ihtiyaç yok(muş). Bütün dikkatini içeriye yöneltebilir,  kendini bilmeye adayabilir(miş)sin. Boşuna demiyorum, büyülü bu dünya :) Yoktan mutluluk var ediyor :)

Bu çoşkudan da anlayacağınız gibi keyfim çok yerinde. Fakat mutluluk da bir vritti sonuçta. Yoga bu gün bal kaymak gibi geldi gelmesine ama meditasyona oturmak kolay değildi zira zihin  bu sefer de bir coşku eşliğinde, hafif bir ciddiyetsizlik haliyle çalkalandı durdu. Olsun! Derdim de bu olsun, razıyım :) Galiba üzerimdeki bu hafifliğin bir sebebi de canım kızkardeşimin eşi ve oğlu ile birlikte annemi de tatile götürmüş olması. Ben ailesine fiziksel olarak uzak olmayı tercih eden biri olsam da aramızdaki duygusal bağlar çok güçlü. Özellikle de anneciğimle. Sizin de öyledir belki. Onun mutlu olduğunu bildiğimde içimde güller açıyor. Böyle söyleyince kulağa ne hoş geliyor değil mi? Bir de şöyle söylesem: benim annemi (ve tabi daha kimleri kimleri) mutlu etmeyi kendime görev edinmiş bir tarafım var. Onun mutlu olduğuna karar verdiğim (çünkü onun mutlu olup olmadığını ben nerden bileyim, en fazla tahmin edebilir, bu şartlarda mutludur diye öngörebilirim ancak) zamanlarda da  yaşasın o mutlu dolayısıyla benim onu mutlu etmek için bir şey yapmama gerek yok diye düşünüp rahatlıyorum. Benim başka tarafım tabi ki biliyor (ve unutup unutup hocasından tekrar öğreniyor) ki kimse kimseyi mutlu edemez, mutluluk şartlardan bağımsız, kişisel bir tercih. Herkes kendi mutluluğundan kendi sorumlu. Durun bakalım, ümidim var. Dikkat etmeye devam eder, tembellik etmeden, duygusallaşmadan gerekli çabayı gösterirsem bana kimin yüklediğini bilmediğim bu görevi icra etmekten vazgeçebilirim. İyi günümde olduğum için isitifaya hayli yakınmış gibi hissediyorum.

Bugün temizlik günüydü benim küçücük evimde. Tatilden döndükten sonra eve yerleşememiştim bir türlü, üzerine bir de üç hafta Ekvador'a gidince ev iyice çığrından çıkmış. Tozdan kirden şikayet etmiyorum ama gözümün değdiği her yerde ayıklanacak, kaldırılacak, atılacak şeyler birikmiş. Birgül abla camlara, ben dağınıklığa giriştik. Halıyı kaldırdık, mutfak raflarından, banyodan atılacak türlü şeyi ayıkladık. Ev de ben de ferahladım.

Saat dörtte Cihangir Yoga'da kirtana gittim. Bilmeyen varsa kirtan dediğim ; Marcel gitar çalıyor biz de artık o gün kaç kişi geldiyse (rekorum, Marcel ve Gamze-ki o ikisi organize ediyorlar bu buluşmaları- dahil: 5 :/ ) önceden belirlediğimiz Sanskrit mantraları, şarkıları söylüyoruz topluca. Benim sevdiğim Krishna Dass'ın bir sürü parçasını çalıyoruz. Bir fikir sahibi olmak isterseniz buradan buyrun. Bu gün temiz evde, temiz kafayla, niyetlerimin arasında saymış olduğum kirtan defterimi yapmaya başladım. Önce Sanskrit versiyonlarını bir bir yazdım, karşı sayfaları boş bıraktım. Teker teker araştırıp bayılarak söylediğim bu ezgiler kime yakılmış, neler anlatıyorlar o bilgilerle dolduracağım o boş sayfaları. Bir de Tanrıçalar kitabı almıştım. Böylelikle ondan da faydalanmış olacağım. Bu gün Om Namah Şİvaya İle başladım.

Yoganın kutsal dilinde söylenen sesler insanın enerji alanına etki ediyor kuşkusuz. Japa (mantra yinelemek)  zaten tanınan bir meditasyon biçimi. Sesinizin güzel olmasına gerek de yok. Belki bir perşembe yolunuz düşer de denemek isterseniz; bu etkinlik ücretsiz. Ben de oradaysam, köstebekliğimden (Pınar, ben baya kullanır oldum bu deyişi :) ) edindiğim bilgileri sizinle paylaşabilirim. Velhasıl, kirtan da bu güzel günün cilası oldu.

Bu günü bitirirken sizlere diyecek bir çift lafım üç kelimem bir de ünlem işaretim var sevgili sanga :)

J U S T  DO İT!

Evet, yıllarca ayakkabı kutularımızda, eşofmanlarımızda okuduğumuz gibi: JUST DO İT!

Kabul; başta kolay gelmiyor, bazı sabahlar yataktan mata giden yol dik bir yokuş, bedenin de bin tonluk bir taşmış gibi gelebiliyor. O taşı o tepeye sürüklemektense bin bir mazeret üretmeye hazır zihin. Ama o yokuştan bir düzlüğe çıkılıyormuş yahu sangha! (Bu hitap etme hali ne güzelmiş yahu!) Düzlüğe çıktık diye başka yokuş yok değil elbet. Diyorlar ya bu bir sarmal. Ben bu sarmalda tırmanırırken işte, size Just Do İt,  kendime de KEEP ON DOİNG İT canım diyorum. Aklınıza yattıysa yarın sabah yokuşun başında görüşürüz 😍

 

 

28 Haziran 2017 Çarşamba

geri gelen nefes ve yoga kabı

Sabah 05:55'e kurulu saat çalıp beni günlerdir uyuduğum en deliksiz uykumdan uyandırdı. Mızıklandım kalkmaya, 06:30'u gördüm de ancak kaldırdım kafamı yastıktan. Kahve yapmak için mutfağa sonra da, uyumak için giydiğim t-shirt'ü çıkarıp yoga için bir atlet almaya yatak odasına gittim. Çıkarken kapıyı uyumakta olan Milo'nun üzerine örttüm. Sıcak böyle devam ederse bir kaç gün sonra o kapıyı kapatmamak gerekir diye düşündüm. Pişmesin içeride.

Salonda çamaşırlık açılıydı, ev küçük, asacak başka yer yok, ordan bir sarı tayt aldım, giyindim. Sarı alt, pembe üst. Karnım biraz inmiş mi ne? Regl öncesi ve sonrası ne çok değişiyor bedenim. Çamaşırlığı koridora doğru iteleyip yoga için kendime yer açtım. Yarım bardak kahve koydum, biraz ayılayım. Dün gece yayınlanmış 28 gün yoga bloglarını okurken içtim sonra da daha oyalanmayayım deyip yogaya başladım.

Shadow yoga'ya başladığımda çalışmamın ne kadar sürdüğü ile çok ilgileniyordum. Daha evvelki çalışmam bir buçuk saat sürüp bittiğinde haşatımı çıkartan cinstendi. Yapmayı çok seviyor ama yine de çok yorgun olduğumu dilimden düşürmüyordum. E, mevsim yaz, uçuşlar yoğun. O yaz, "Ben bu kadar bacak ve bel ağrısını en son yeni hostesken çekmiştim."  diye şikayet edip durduğumu hatırlıyorum. Ne diyordum, işte öyle uzun bir seriden gelip de mini mini birler olarak, sıfırdan Shadow Yoga öğrenmeye başlayınca kafam hep "Bu seri bu kadar mı? Kaç dakika yaptım? Kaç tekrar yaptım? Ne kadar sürdü, Ne kadar sürmesi gerekir"lerle meşgul idi.  Eskiler, deyin bana, sizin de böyle mi geçti ilk yıllarınız?

Yogama başlayınca ilk evvel farkettim ki Ekvador'dayken "bir arkadaşa bakıp çıkacaktım" diyen nefesim değişmiş "bir de alt katı görseydik" diyen kiracıya dönüşmüş. Buyrun, kendi eviniz gibi :) Zaten bugün itibariye udiyana da yapabildiğime göre şu kontratı imzalayalım da taşının, yerleşin artık. Bugün birinci prelüd, kasıklarım "buraya" diye tezahüreat yaptıklarından sarpastanası, skandasanası uzun uzun bir seri. Ne kadar olduğunu kestiremediğm bir süredir, çalışmamın ne kadar sürdüğü önemini tamemen yitirdi. Zaten galiba içerdeki zamanla kolumuza takıp ölçmeye, yetişmeye/yetiştirmeye, sahip olmaya, alıp satmaya çalıştığımız zaman bir değil. Çalışmam da süreyle değil doygunlukla ölçülen bir hal aldı. Sanki bir kaba birşeyler doluyor. O kaba bir de çizgi çekmişim, oraya varmadan doymuyorum yogaya. Bazı günler çizgi mizgi dinlemiyor, doldurdukça dolduruyorum. O kabı taşırmak diye bir şey var mı henüz bilmiyorum.

Kabım dolup da yogamı sonlandırınca yine meditasyon için oturdum. Saati 24 dakikaya kurmuştum. Daha başında midem bulanmaya başladı. Kalksam da kusmayı mı denesem diye düşündüm. Belki ne zamandır derinlere inmeyen nefes, bandalarla da birleşince bir yerlerime dokundu diye düşündüm. Yok ya, sıcaktandır, bu sabah daha da mı sıcak ne? Bir daha bu saate kalmayacaktım hani diye düşündüm. Sonra meditasyon için oturduğumu hatırlayıp düşünceleri salıverdim. Bulantı kusmaya dönüşürse kalkar kusarsın. Otur, nefesini izle.

Kusma hissi gelmedi ama 24 dakika bitip de gong çaldığında ayağa kalkınca bulantıya baş dönmesinin de eklendiğini farkettim. Yatağa uzandım, başucumda duran Ovabükü sahilinden toplayıp getirdiğim taşlardan birini alıp kendime reiki veririken uyuyakalmışım. İki gündür Fatoş'un ve şimdi kim olduğunu hatırlayamadığım başka bir 28günyoga blogcusunun yogadan sonra uyuklamalarını anlatışlarını özenerek okuyordum, kulübe ben de katılmış oldum böylece. Rozetimi isterim! Allaha şükür Teşvikiye'deki manikür-pedikür randevusu için tam vaktinde gözlerimi açmışım. Neredeyse bir buçuk saatlik uyku da iyi gelmiş. Beyhan ablanın yontarak yeniden yarattığı ellerim ve ayaklarımla kendimden memnun dolandım sokaklarda bugün. Yarın için saati beşe kuracağım size söz. Şimdi bamya pişirmeye girişeceğim. Haydin hoşçakalın!

27 Haziran 2017 Salı

zihinden mi, bedenden mi başlamalı?

Yeni döngümüzün üçüncü gününde, dördüncü gün yogası ile aranıza katıldım bu sabah. Shadow yoga yapmayanlarımız için açıklayayım; dördüncü gün yogası bizlerin kanama yüzünden ara verdiğimiz çalışmamıza dönmek için yaptığımız, yogaya geri dönüş yogası.

Dün kısa bir kestirme ile toparlanınca yemek için sokağa çıkacak takati bulabildim. Yaz-kış evdeki menümüzün belkemiğini oluşturan olan mercimek çorbasına aşeriyor ama yapmaya üşeniyordum.  Talimhane'deki falafelciye gitik biz de. Ben çorba ve iki adet de falafel köftesi yedim. Milo rejimde misin diye sordu. Değilim. Dikkat ediyorum. Dün ağzımdan çıkıp ikimizi de "ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz" diye düşünmeye sevkeden laflara da dikkat edecektim ama napalım, oldu bir kere. İlk firede vazgeçecek değilim. Dikkat etmeye devam. Devam olmasa bu üzüntüyle dünyaları yerdim zaten.

Gece 12 gibi uyuyup yine iki saat sonra buz gibi ayık, uyandım. Bir ara tekrar dalmaya dair ümidimi kaybediyordum, neyse ki dalmışım. Sabah 05:55 e kurduğum saatin alarmına uyanmak kolay olmadı. Gelgelelim bu sabah ayrı bir motivasyonum vardı. Gece yatarken sabaha Temmuz ayı programım çıkar herhalde diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Uykulu gözlerle ilk iş temmuzdaki David Malka kursuna gitmek için istediğim boş  günleri kontrol ettim: yaşasın!!! Kursa gidebiliyorum. Programımın gerisini de sevdim. Yogamı aksatmayacağım.

Uyandıktan sonra gerisi kolay geldi. Uzun zaman sonra ilk defa evimde yaptım yogamı. Başlayasıya saat 7'ye yaklaşıyordu ve sıcaklık kendini hissettirmeye başlamıştı. Yarın sabah için saati daha erkene, belki 5'e kurmayı düşündüm. Biraz iddalı ama erken yatabilirsem neden olmasın?

Yavaşça, emin adımlarla ileriledim prelüdün içinde. Nefesim, doğal habitatım olan deniz seviyesine dönmenin de etkisiyle, zorlanmadan, uzun ve derin aktı. Udiyanasızlığımdan bile şikayet etmedim. Bu nefesler aynı anda dünyanın öbür ucunda yogasını yapan hocama, bu yakasında benim gibi uyanıp yogalarını yapan arkadaşlarıma uzanan kollar gibi geldi. Birbirimizi destekleyişimiz, dünyayı sarmalayışımız ne güzel. Yerde biten yoganın sonuna ılınmalar yerine 24 dakikalık meditasyonu koydum. Hatırlarsanız niyetim sabah-akşam birer ghati. Otururken farkettim ki zihnimin bu sabahki yayını pek havadan sudan mevzular hakkında. Anlaşılan ben içten içe dün yaşadığım sarsıcı güne ilişkin düşüncelerin akınını bekliyormuşum. Evvelinde yoga yaptığım için midir yoksa dün yatmadan önce, olanların bir kesinlikten ziyade sonsuz olasılıklara işaret ettiklerini kabul edip niyetimi hatırladığım ve çalkantılı hislerimin arasından "olana güvenmeyi" seçip çoğalttığımdan mıdır bilmiyorum ama bu hafiflik hoşuma gitti.

Dün geceden beri elimde  Bihar Yoga Okulu Yayınları'ndan basılan Hatha Yoga Pradipika var. Bu kitap uzundur kitaplığımda. Ne zamandır  da okumak istiyor ama nedense başlayamıyordum. O benden önce davrandı nasıl oldu bilmem ama geldi bana kendini okutturuyor. Giriş bölümünde yoganın tarihinden bahsederken  M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan Buddha'nın popülaritesinin meditasyonu Hindistan'daki birinci ruhsal çalışma haline getirmiş olduğunu, etik değerlerin öne çıktığı bu ruhsal çalışmada meditasyona oturmadan evvel  bir hazırlık aşaması gerekip gerekmediği hususunun gözardı edildiğini söylüyor.  Yazara göre Budhha'nın çağdaşı olan Patanjali'nin 8 basamaklı Aştanga  Yoga sisteminde de yama ve niyamaların  (kişesel kısıtlamalar ve toplumsal kurallar) asana çalışmasından evvel gelmesi etik değerlerin ağır bastığı bu dönemde yazılmış olmasından.

Swatmarama'nın Hatha Yoga Pradipika'sını yorumlayan Swami Muktibodhananda şöyle yazmış:

"Tecrübeyle sabittir ki yama ve niyamayı, disiplin ve kişisel kontrolu hayata geçirmek için zihnin belli bir niteliğe ulaşmış olması gerekir. Çoğu zaman gözlemleriz ki kişisel kontrol ve disiplini sağlamaya çalıştığımızda, zihnimizde ve kişiliğimizde daha çok akli problemlerin ortaya çıkmasına sebep oluruz.... Dolayısıyla kişisel disiplin ve kontrol üzerinde çalışmaya başlayan kişinin evvelden buna hazırlannmış olması gerekir. Eğer kişilikte ahenk yaratılmadıysa, kişisel kontrol ve disiplin huzurdan ziyade  huzursuzluğa sebep olacaktır.

....

Kendini kontrol ve disipline etme bedenle başlamalıdır. Bu çok daha kolaydır. Asana disiplindir; pranayama disiplindir; kumbakha (nefesin içeride ya da dışarıda tutulması) kendini kontrol edebilmektir. Padmasanada (lotus pozisyonu) onbeş dakika boyunca oturun. Bu kendini kontroldür. Neden ilk önce zihinle savaşıyorsunuz? Zihinle güreşmeye gücünüz yok  ama onunla güreşiyorsunuz ve kendinize karşı bir düşmanlık yaratmış oluyorsunuz.

İki zihin yoktur. Kendini ikiye bölmeye çalışan bir zihin vardır. Bir tarafı disiplini bozmak isterken diğeri disiplini sürdürmek ister. Bu bölünmeyi herkeste gözlemleyebilirsiniz. Bu bölünme daha da büyüdüğünde şizofreni adını alır.

Bu tehlike hatha yoganın otoriteleri ve ustaları tarafından açıkça farkedilmiştir. Dolayısıyla onlar ilk evvel bedenin terbiye edilmesi gerektiğini söylerler. Beden ile ne kastettiklerini açıklarlar: Bedenin içindeki süptil elementler (tatwalar), enerji kanalları (nadiler) saflaştırılmalıdır. Can'ın (Prana) akışı ve bütün sinir sistemi ve vücüttaki türlü salgılar uygun biçimde muhafaza edilmeli ve ahenkli hale getirilmelidir."

 

M.S. on beşinci yüzyıla tarihlendirilen Hatha Yoga Pradipika'da  bedensel kontrol ve arınma zihinsel kontrolden önce geliyor. Swatmarama söze ilkin bedeni arındırmak gerektiğini, kendini kontrol ve disiplinin bedende başladığını söyleyerek giriyor. Ben önsöze daldım gidiyorum, kitabın ana metnine gelince yine paylaşırım belki sizlerle birşeyler. Bugün böyle biraz Pınar ekolünden :) köstebeklik gibi oldu yazdıklarım ama okuduklarımın Defne Hocam'ın bize sınıfta söyledikleriyle örtüştüğünü görüp heyecanlandım, sizlerle paylaşmak istedim. Biz de öyle yapmıyor muyuz? Dilimizden başlıyor bedeni önce temizliyor, ısıtıyor, çalıştırıyoruz ki dengeye kavuşsun, can kesintisiz aksın. Sonrasını zaten biliyoruz; sağlam kafa sağlam vücütta :)

26 Haziran 2017 Pazartesi

sözlerin niyetini yansıtsın :(

Ay halinden yogasız geçen bu gün hala atlatamadığım jetlag’in tesiri altındayım sevgili sangha. Dün bütün günü evde geçirdikten sonra gece on gibi uyuyup gece yarısı sanki on saatlik uyumuşum gibi uyandım. İki saat karanlıkta kitap okuyup tekrar yatağa yollandığımda saat üçe geliyordu. Dalacağımı hiç sanmıyordum ama gözümü açtığımda sabah dokuz olmuş. İşte o vakitten size bunları yazdığım bu vakte kadar geçen sekiz saat, yapışkan bir uyku mahmurluğundan ayılmaya çalışararak geçti, geçiyor. Sanki aurik alanımı kaplayan bir sis perdesinin içindeyim. İçinde olduğumu hissettiğim bu yoğun alan herşeyi yavaşlatıyor, muğlaklaştırıyor. Havanın sıcaklığı da eklendiğinde bu fiziksel durumu başımda ve kulaklarımda bitmeyen bir uğultu gibi hissediyorum…. Belki biraz canlanırım diye sahile indim. Günlerdir haberlerde okuduğum boğazın yeni mavisini gözlerimle gördüm. Denizin mavisi  artadursun varlığının nasıl da azalıverdiğini, Fındıklı’daki çay bahçesinin yanındaki inşaatın ne kadar ilerlediğini, denize çakılan kazıkların üzerinin çoktan beton ile kaplandığını da gördüm. Bu yeni betona alana kondurulan iki prefabrik binanın sakinleri (inşaatın işçileri midirler acaba?) önümüzdeki yazı güzelim boğaz manzarasına karşı geçireceklerken,  biz çay bahçesi müdavimlerinin yeni manzarasının biraz daha güdükleşip bu binaların da sayesinde biraz daha çirkinleştiğini de…  Şehrin yer yandan üstümüze gelişi, sesle, gürültüyle, havayla, bitmek bilmeyen inşaatlar, yıkımlar, tekrar inaşaatlarla… Bu daralma gitmeden evvel en çok hissettiğim, en çok şikayetçi olduğum şey idi . Önce geçen ayki tatilde sonra da Güney Amerika’da doğa aracılığıyla tekrar bağlantı kurduğum genişlik duygusu, bu şehirde yaşamaya çalışırken en çok eksikliğini hissettiğim şey. Belki yoga bu yüzden böyle iyi (ve bazen de çok kötü) hissettiriyor: dışarıda ihtiyaç duyduğum genişliği, alanı içimde açma ihitmalimi hatırlattığı için.

Dün ağzıma giren çıkanın farkında olmak istiyorum dediğim halde bu gün ağzımdan öylesine çıkan bir laf  ile sevgiliyle dönmesi pek kolay olmayan bir yola girmiş olduk galiba.  Bu gün kısa yazımı üst sınıflardan olduğunu bilip 28günyoga sayesinde tanımaya başladığım Başak‘ın beni çok etkileyen niyeti ile bitirmek istiyorum:

Zihnin berrak olsun,

Sözlerin niyetini yansıtsın.

Yüreğin zihnine ışık tutsun,

Herşey özünde, kaynağından(kanda) gelsin,

Her niyetinde harekete geçebil, adım atabil!

Evet, nolur öyle olsun! Bir de ben de yarın yogama başlayabileyim ki size anlatacak daha çok şeyim olsun.

25 Haziran 2017 Pazar

yeni ay/ yeni baştan

İstanbul. 2 Haziran sabahı, 28günyoga'nın dördüncü günü çıktığım medivenlerden aynı bavullarla inip evime geldim bu sabah. Hoşgeldim. Ben yokken yaz da gelmiş,  sabah henüz 06.00, sizlerin uğruna erken kalkıp yakalamaya çalıştığınız sabah serinliği öğlen sıcağı gibi geldi bana. Çok geçmeden alışırım. Zaten bizim evin camları açıldığında camlardan içeri İstanbul'un en güzel rüzgarları doluyor. Yaz gelip de arkadaşlarım sosyal medyada esmiyor! serzenişleri yapmaya başladıklarında ben valla burada esiyor diye tahtalara vuruyorum. Ev küçük müçük ama rüzgarları boyundan büyük maşallah. Şükür!

New York'taki son gece, yağmura aldırmadan dolandığım sokaklara veda edip de otele varınca beklenmedik bir ziyaretçi ile karşılaştım. 28günyoga'nın ilk döngüsünde ikinci gün başlayan regl bu sefer beklediğimden evvel geldi.  Yani bizim ikinci periodun sıfırıncı günü benim kişisel periodumun ilk gününe denk gelmiş oldu. Yine yedek kulübesinde başlamış oldum döngümüze ama içten içe mesudum zira  uçtuğum için zaten bu günlerde yoga yapamayacaktım. Şimdi hem kırmızı çadır günleri ile uçuş günleri birleşince yogaya vermek zorunda kalacağımı düşündüğüm ara da kısalmış oldu hem de reglim yeni ay ile uyumlandı. Pınar'ın yazısından öğrendiklerime göre bu uyumlanma bu aya mahsus olacak gibi çünkü benim yumurta döngüm 23 ile 28 gün arasında değişirken sevgili ay ortalama 29 günde bir tur atmış oluyor. Bir aylık da olsa hoşuma gidiyor bu eşzamanlılık. Üstelik 28 gün ara vermeden yoga yapmanın regl üzerindeki etkilerini merak ediyordum. Daha evvel Tayland'daki okulumda katıldığım bir aylık kurs dönemlerinde iki defa 30 gün aralıksız yoga yapmışlığım var ama günde sekiz saat yoga/ders/meditasyon yaptığımız ve her açıdan derin ve yorucu geçen o aylar ile kendi bedenimin sorumluluğunu alarak, kendimi dinleyerek şefkatli bir disiplin ile yogama bağlandığım bu dönem birbirinden oldukça farklı. Sonuçları da farklı olacak gibime geliyor. Ağrımı, kanamanın akışını, rengini not ediyorum. Şimdilik sancısız geçen bir period olduğunu söyleyebilirim.

Dün uçakta gelirken yeni ay için niyetlerimi günlüğüme yazdım. Sizlerle paylaşmak istediklerim şunlar:

Ben bu ay ağzıma giren ve çıkana dikkat etmek istiyorum. Yediğim/içtiğim, sustuğum/söylediğim ne için? Nelere hizmet ediyor, neleri besliyorum. Beslemeyi tercih ettiğim his GÜVEN ama bu hissi kendime dayatarak değil olan biteni izleyerek, anlamaya çalışarak, izini sürerek tanımak istiyorum. Eğer güveni beslersem otomatik olarak korkuları da aç bırakırmışım gibi geliyor. Bakalım, belki yanılıyorumdur ama niyetim dikkatle izlemek zaten. Bu amaçla gün içindeki izleyici zihnime ek olarak sabah yogadan, akşam uykudan evvel birer ghatilik meditasyon yapacağım.

Duyguların içine sanki, Cihangir'de 1500 liraya sahibinden,depozitosuz, manzaralı ev bulmuşum gibi çıkmamacasına yerleşmekten ziyade, onların geçici doğasının bilincinde bir seyirci olan tarafımı beslemek istiyorum. Canım arkadaşım Pino bir tshirte yazdırmıştı: feelings are the worst diye. Duygular o kadar kötü değiller belki ama eminim sandığım kadar gerçek de değiller. Zihnimin her kişiye, olaya bir duygu üretmek zorunda olduğunu sanan tarafına 28 günlük bayram tatili.

Ben de hocam ve sevgili Pınar gibi sosyal medyaya kısıtlama getirmeye niyet ediyorum. Telefonumdan uygulamaları sildim. Bu blog yazılarını Facebook'ta paylaşmaya devam edeceğim, bunu için bir düğmeye basmak yetiyor ama sonra peşlerine düşüp de kim beğenmiş, ne demiş diye takip etmeyeceğim. Pınar'ın güneş günleri yarım saat uygulaması aklıma yattı. Onun yolundan yürümeye niyet ediyorum.

Arkadaşlarımın hikaye yazmak niyeti beni heyecanlandırsa da daha evvel blog/günlük dışında bir şey yazmadım. Yazmayı çok seviyorum ama şimdiye kadar hep kendimi ifade edişimle kendimi anlayayım/kavrayayım/iyileştireyim diye aldım kalemi elime. İşin yaratıcı yazarlık tarafında hep okur olarak kaldım. Nerden başlanır, nasıl, ne yazılır hiç bilmiyorum ama heyecanım bana içimde birşeylerin bunu denemek istediğini söylüyor. Bu 28 gün boyunca bu hissin peşine düşecek, eğer bir yere varabilirsem de bunu sizinle paylaşacağım. Her türlü yol göstermeniz, tavsiyeniz beni tarifsiz mutlu eder.

Son olarak da bu kendime bir kirtan defteri yapmaya, çok sevdiğim kirtanların sözleri ile manalarını, hikayelerini bir defterde toplamaya niyet ediyorum. Bu amaçla bir defter alıp Ekvador'a bile götürmüştüm ama sosyal medya batağından çıkıp da elime alamamıştım bir türlü. Bu ay böyle bir derdim olmayacağına göre ay sonuna kadar bu niyette yol alacağıma eminim.

Haydi öyleyse! Sanghamız ve niyetlerimizin tohumları da ayla birlikte büyüsün. Yolumuz açık, seyrimiz keyifli olsun!

 

 

 

24 Haziran 2017 Cumartesi

birinci turun sonu

IMG_0639

Merhaba! Bu yirmi beş gündür ne az selam vermişim size, şimdi farkediyorum. Hatırınızı da sormadım hiç galiba. Sizi yok saydığımdan değil, oralarda bir yerlerde okuyan birileri olduğunu umuyorum (hatta bazen varlığınızdan şüphe edip istatistiklere bile bakıyorum) ama yazarken siz yokmuşsunuz gibi düşünüp, kendi kendime konuşurmuşum gibi yazıyorum. Pek uzun yazmıyorum, bahanem yanımda bu yazıları yazmak üzere kullanmak için sadece telefonumun olması güya ama bakıyorum da genelde 600 kelime civarında bitiyor zaten söylemek istediklerim. Yazarken şunu yazayım diye başlamıyorum başladığım ender oluyor. Zaten son yirmi üç gündür benim için sıradışı sayılabilecek bir deneyimin içinde olduğumdan anlatacaklarım oluyordu hep. İstanbul'a dönünce yazmaya devam edersem (edeceğim galiba) ne yazarım,kendimi çok mu açtım, daha da yazmak daha da açmak mı demek, bu belki de o kadar iyi bir şey değildir gibi sorular/düşünceler dolaşıyor kafamda.
Yine de diyebilirim ki yazma kısmı işin en eğlenceli tarafı. Yazdığını yayınladıktan sonraki süreç benim için yazmaktan daha sıkıntılı. Kim okudu, kim ne dedi, kim beğendi... Bu kısım en az fiziksel yoga çalışması kadar zorlayıcı/öğretici benim için çünkü sevilmeye, takdir edilmeye, onaylanmaya ne kadar bağımlı olduğumu yüzüme vuruyor. Bu nedenle ikinci tura başlarken niyetim yazıyı yazıp denize atmak, nereye gitti diye peşinden bakakalarak vakit harcamamak. Kazanmayı umduğum zamanı de ihmal ettiğim günlüğüme ayırmak.
Peki ya yoga! İşin en önemli kısmı yoga değil mi? Bütün bunları günleri birbirine yoga ile bağlamak için yapıyoruz. Ben size ve sizin huzurunuzda kendime 28 gün boyunca her gün yoga yapmak için doğru çabayı göstereceğime ve elimden geldiğince deneyimimi aktaracağıma söz verdim. Size verdiğim söz olmasa kaytaracağım günler olurdu. Ben zaten uzun zamandır yoga okullarında yapılan türden sınıf derslerine gitmiyorum. Tayland'da yoganın sessiz, sakin, dua eder gibi bir özen ve dikkatle yapıldığı yoga okulumdan dönünce bir daha stüdyo derslerinden tat alamaz oldum. Evde yapmaya başladım yogamı. Sonra aynı sessiz ortamı Aştanga Yoga'nın Mysore stilinde buldum, çok da sevdim ama şimdi anlatmayacağım bir takım sebeplerden devam edemedim. Sonra da yıllardır cesaret edemediğim adımı atıp Defne hocadan Shadow Yoga öğrenmeye başladım. Self practice denilen evde yalnız başına yapılan yoga çalışması değil benim için mesele. Üstüne üstlük aynı evde yaşadığımız on beş ayın istisnasız her sabahı uyanıp dişini fırçalayıp yoga yapmaya başlayan, sonra yarım saat pranayama çalışıp bir saat de meditasyona oturan (çoğu zaman gün içinde bir saat daha da oturan) biri ile beraberim ama üzüm üzüme baka baka kararmadı bizim durumumuzda. Kabul; evde harika bir motivasyon kaynağıyla yaşıyorum ama herkesin adanmışlığı kendine ve benim adanmışlığım 28günyoga sözü ile harekete geçti. Dolayısıyla bu sözü vermek, bu niyet bence en önemli adım. Bu niyet bence yogayı fiziksel olarak yapmaktan bile daha önemli ve bu adımı attıktan sonra yogayı yapmak/ yazmak/ yayınlamak üçlüsünün her ayağı da aynı derecede kıymetli. Hepsi insana kendisi ile ilgili çok şeyler öğretiyor.
Defne hoca bir derste (yoksa bir yazıda mıydı?) sadece stüdyo derslerine gidip de hiç yalnız başına evde yoga yapmamak, bir dili öğrenip hiç konuşmamak gibi demişti. Eğer içinizden bu zincire eklenmek geçiyor da her gün stüdyoya gitmekten çekiniyorsanız sizi evde kendi yoganızı yapmak, yoga dilini konuşmak için yüreklendirmek isterim.
Şimdiye, buraya dönecek olursak :) ben şimdi New York'un Bryant Parkında oturmuş çiseleyen yağmura aldırmadan size bunları yazıyorum. Uykusuz (çünkü uyku öyle, bazen bütün şartları hazırlasan da gelmiyor, dalamıyorsun) gittiğim gece uçuşuyla buraya vardım. Gelir gelmez üç saat uyuyup Dino'cuğumla son defa görüşmek için dışarı çıktım. Onu bir sonraki randevusuna uğurladıktan sonra da size bunları yazmaya oturdum. Yarın yirmi üç gündür uzak olduğum evime, İstanbul'a dönüyorum. Üstelik çalışarak değil de yolcu olarak döneceğim için bir kaygısızlık, hafiflik var üzerimde. Yağmurun ardından esen ılık rüzgarla sanki içimde birşeyler uçuşuyor. Bugün henüz yoga yapmadım. Niyetim odaya dönünce yin yoga yapmak. Yarın yeni ay. Eve döndüğümde ise yeni döngümüz başlamış olacak. Heyecanlıyım.
İlk döngüyü böylece bitirirken yazan, okuyan, hislerini paylaşan herkese gönülden teşekkür ederim.

23 Haziran 2017 Cuma

neden veda edecekmişim, benimle geliyorsun ya :)

IMG_1015

 

 

Dün sabah standart saatimde uyanıp yoga yapmamak için gösterdiğim standart direncim yüzünden bir saat kaybedip sonunda 8:30 gibi mata çıktım. Bugün dahil 24 gün boyunca, bazı günler daha kısık bazı günler daha şiddetli ama hep duydum direncimin sesini. Günden güne şiddeti değişse de bu çok dramatik bir değişim değil, daha çok bir dalgalanma aslında ve asıl ben ona kulak verdikçe yükseliyor sesi. Ben başka seslere kulağımı tıkayıp sırf direncimi dinledikçe coşuyor. Onu, doğası hakkında bu fikri edinecek denli izledim. Artık bu direnci tanıyorum ve ona kulak asmamam gerektiğini biliyorum. Böyle giderse, onunla kaybettiğim zaman gittikçe azalacak. Sırf bunun için bile müteşekkirim 28günyoga'ya yazdığıma.

Dün bir çok olumlu hadise aynı güne denk gelmişti biliyorsunuz; gündönümü, yoga günü, güneş merkür kavuşması, kandil... Ben sanmıştım ki dün harika bir gün olacak. Yogadan sonra kahvaltıya indim. Planım yakındaki termal havuzlara gidecek birilerini bulmak. Burada harcadığım paranın en büyük kısmını ulaşıma harcadım. Kaldığımız otelin konumu yüzünden ya araba ya da şoför kiralamak mecburiyeti var. Gidilecek en kısa mesafe için kontak 50-60 dolara dönüyor. Mesafeler kısa ama dağlara tırmanan virajlı yollar, birdenbire indiren yağmur, çöküp herşeyi siliveren sis yüzünden 30 kilometre yolu bir saatte alıyorsun. Dolayısıyla en mantıklısı bir kaç kişi şöförlü araba tutmak. Gitmek istediğim Papallactas'a gidiş dönüş 80 dolarmış. Paylaşmak isteyen bir kişi vardı sadece ben değer mi, değmez mi, gitsem mi gitmesem mi diye düşünüp mızmızlanırken baktım iyice keyfim kaçtı, kafama bir dolu karanlık düşünce çöreklendi. Saat öğleni geçti, bir oldu , iki oldu, heyecanım yaşlı ve yorgun bir teyze gibi içimin merdivenlerinden ağır ağır inerken sitemle karışık tehdit etti: "E be yavrum, madem gitmeyecektin, ne yordun beni buralara kadar! Bak iki saattir yatakta, elinde kitap bir o yana bir bu yana... ne oluyorsun? Bir derdin mi var? Son kez söylüyorum, kalkacaksan kalk yoksa ben gidiyorum! Hadi! Bak sonra üzülmeyesin!".

Üzülür müyüm diye düşündüm. Kendimi üzmezsem üzülmem değil mi? Ben kendimi üzmezsem beni (gitmemiş olmakla ilgili) üzecek başkası var mı? Yok.  Kendimi üzmeyeyim öyleyse. Tamam üzmeyeyim. İyi de bu kadar üzüntü nereden çıktı? Bu gün en uzun gün, en çok güneş, en hayırlı kandil, ışık, yoga, sevgi, heyecan falan diyordum? !!!

Teyzeye ıslık çaldım, dur bekle gidiyoruz dedim. Hah şöyle deyip gülümsedi, gülümsedikçe gençleşti, güzelleşti heyecanım. Teyze meyze demezsin, bir afet yavru :) Arkadaşımı da aradım, arabayı ayarlayıp yola çıktık. Yolda giderken neden karanlık hislere kapıldığımı düşündüm. Göklerde bu kadar olumlu açı varken, güneş en tepede parlarken, eve dönememe bir gün kalmış, buraya doymuşum, dönüşe hazır hissediyorum... içimdeki rengarek ipler dururken neden koyu, karanlık olanların izini sürmeyi seçtim?

Belki güneş böyle güçlü olunca en karanlıklarıma, en sakladıklarıma, gizlediklerime de vurdu, onları açığa çıkardı da ondan huzursuz oldum dedim. İlla anlamalıyım çünkü, illa aklıma yatan bir açıklaması olmalı herşeyin. Tabi ki hayır, hocam da söylüyor bunu bana: her şeyi anlayamazsın, herşeyi anlayacağım diye kendini yormamalısın. Ben yine de bu düşünceyi beğenip benimsedim, rahatladım. Sonra farkettim ki ben ekvator çizgisinin bir kaç kilometre de olsa altında, güney yarım küredeyim aslında. Burada kış gündönümü. Güneş ekvatora en uzak pozisyonunda. Biri değilse diğeri :)

İyi ki gitmişim. Pintiliğe ve depresyona meylime teslim olmadığıma çok sevindim. Termal havuzlar üç bin küsür metrede yemyeşil bir yamaçta imiş. Yüksekte hava buz gibi, dağların tepesinde sis dansediyor. Dumanı tüten şifalı sulara bedenimle birlikte sıkıntımı da teslim ettim, ısındım, gevşedim, gülümsedim. Melis'ciğim; dediğin gibi yaptım,  eve getirmekte fayda görmediğim ne varsa sulara salıverdim.

 

Otele dönünce İstanbul'dan yeni gelenler, o gece geri dönecek olanlar hep birlikte oturduk, güldük, eğlendik. Bağımız güzelleşti, güçlendi. Odaya döndüğümde yazmaya gayret ettimse de baktım uyku gel ediyor, sıcak suların yorduğu/yoğurduğu bedenimi uzun ve derin bir uykuya bıraktım.

Bu sabah son defa burada uyandım. Mızmız dirence selam çakıp yogama koyuldum. Derlendim, toparlandım eve dönmeye hazırım.

İlk durak New York. Yazımı da yazdığıma göre şimdi uyku vakti. Bu güzel dağlara, gökyüzüne ve sislere, pınarlara,ağaçlara ve sinekkuşlarına...gökkuşaklarına, bir elliyi geçmeyen kırış kırış yüzleri güleç ninelere ve dedelere, karşılaştığım insanların inceliğine, güzelliklerine veda etmiyorum. Burada olmakla ilgili bütün güzel hisleri evime taşıyorum, içimde besliyor hayatıma katıyorum. Böylelikle birleşiyorum burayla. Şükranla ♥️

21 Haziran 2017 Çarşamba

son yazıcı ve kendiliğindenlik

 

IMG_0891



Ekvador'da geri sayım başladı. Bugün sondan üç, bu gece sondan iki. #28günyoga'da  sizle 22 , 23 diye ileri saymaya devam etsem de kafamda başka bir sayaç bir yandan da geri sayıyor; sondan 7, sondan 6... 28 günümüze İstanbul'da başlamıştım, sonu eve dönüşüme denk gelecek. Evimin parkelerini, yogaya başlamadan ıslattığım bez ile sildiğim zemini, mat kullanmak zorunda olmamayı, asanalara geçtiğimde yere Banu'cuğumun hediyesi Mysore kilimimi sermeyi özledim.  Geçen hafta,  buradan eve dönecek olmak düşüncesi hüzünlendiriyordu beni ama şimdi eve dönecek olmak da burada olmak kadar heyecan verici. Benim öncü ateş burcu zihnim eline bayrağı alıp, kulaklarında sadece kendinin duyduğu askeri bir marş ile hızlı adımlarla ilerler. Tatile gittiğim gün dönüşü planlamaya başlarım, aşka düştüğüm an ayrılık acısı bir yerimde uyanıp hafiften kendini hatırlatır. Marş, marş, ileri!!! İleride ne var? Sonlar var! Zihnimin bir yerinde bir katip hep sonlar yazar. İşi o: Son yazıcı. Bir de dram meraklısı, sormayın. Benim işim ise onun her yazdığını okumamak. Elimden geldiği kadar... zaten onun sonları sevmesinin sebebi başka bir yanımın başlangıçlara tutkunluğu...yuvarlanıp gidiyor, dün hüzünlendiğim sona bugün seviniyorum. 

Burada kaldığımız otel, önünden geçen otoyol boyunca uzanan, dar ama uzun bir parsele inşa edilmiş bir bina. Girişin iki yanına iki kanat şeklinde açılan koridorlarında yanyana odalar sıralanmış. Düne kadar hep sağ kanatta kalıyordum  dün giriş yaptığımda sol kanadın sonuna doğru bir oda verdiler. Kanat değiştirince aynanın öbür yanına geçmişim gibi oldu.  Kat aynı kat, oda aynı oda ama geçen sefer sağda olan herşey solda şimdi. İlkin çok garipsedim. Işığa elime atıp da bulamamak, kapının ters yöne açılması, banyoya girince tuvaletin yeri... İnsan ne çabuk alışıyor. Ne çabuk da unutuyor sonra. 

İki günlük aradan sonra mızmızlandım biraz mata çıkana kadar ya, çıktıktan sonrası su gibi, özlediğin birine sarılmaya doyamaz gibi geçti. Isınmalardan  sonra civa çalanadan kurmastanaya kadar olan kısmı,  yavaş yavaş yaparak, kurmastanada uzun uzun kalarak üç dört defa yineledim. Kaç kere diye saymadım ama herhalde üç dört defadır. Planlamamıştım da bunu ama baktım kurmastanadan hop başa dönüveriyorum.  Omzum yüzünden üçüncü prelüde cesaret edemeyen bir ikinci sınıf öğrencisi olarak elimde pek geniş bir repertuar yok. Shadow yoga öncesi yıllarımdan, hocalık eğitimimden, Panço ve Beatrix ile geçirdiğim aylardan, bir zaman gönülden bağlı olduğum aştangadan ve yıllarca girdiğim derslerden elbette asanalar, akışlar, tecrübeler dolu aklımda ama sınıfta yaptığımız akışları bozmak, araya dışarıdan asanalar sokmak hiç gelmiyor içimden.  Çok nadir, bedenimin ihtiyaç duyduğu bir asanayı ekliyorsam da bakıyorum mucizevi bir şekilde kısa zaman içinde Defne hoca da onu öğretiyor, sınıfta çalışmamıza ekliyor.  Bu şartlar altında, kendiliğindenliğe pek açık olmayan pratiğimde bugün hissettiğim şey; bedenimin beni kurmastanadan alıp alıp civa çalanaya bırakması hali, hayli heyecan verici idi. İkinci prelüdün sonunda asana yapmak yerine uzunca bir süre padmasanada oturdum. Öyle de bitirdim.

Şehire hoşçakal demeye gittim bugün. Daha iki günüm var aslında ama baktım "son yazıcı" iş başında, ne zamandır da yüz vermiyordum kendisine, hadi gönlü olsun dedim. Sonmuş gibi baktım, doydum renklere, sokaklara. Yarın ya yakındaki bir kasabaya ya da termal havuzlara girmeye gitmeyi planlıyorum ya belli mi olur; belki kendiliğindenlik yine gelir, kedi yavrusu taşır gibi ensemden tutar da bambaşka bir yere götürür beni. Ah! Ne de güzel olur. Yogamız amin   Om 🙈

20 Haziran 2017 Salı

yerde/yüksek

IMG_0680



Bir kere daha Quito'dan merhaba! Size yazmayalı yine NY'a uçtum ve geçici yuvama geri döndüm. NY'da kaldığım oda , yine penceresi camcama selam söyle karşı odadaki amcama şeklinde, manzarasız, havasız ve bu defa geçen kaldığımdan bile küçük bir odaydı. Uyuyup uyandıktan sonra yoga yapmaya niyetliydim ama hayatımda ilk defa yerim dar deyip çalışmamdan vazgeçtim. Kapıdan iki bavul ile girmenin imkansız olduğu odada yataktan banyoya, oradan da dışarıya üç adımda, halıya hiç basmadan atlamak mümkün.  Geçen defa kaldığım kıpkırmızı oda da az boğucu değildi ama en azından matımı serecek alan vardı. Bu oda yeşil. Kırmızıyı severim sevmesine de bu sefer yeşil bana kırmızıdan daha iyi geldi. Hem duvarda da kocaman herflerle "open 24 hours" yazıyor. En azından olumlu bir mesaj veriyor bana konuşkan oda dedim, yoga da 24 saat.  Az uyuyup kendimi sokağa attım. 

Niyetim bir kaç siparişi de alıp aradan çıkartmaktı ki NY'a son defa gelişimde yapacak işim kalmasın. Özgür olayım. Dükkanlara girip çıktım, listemin bazı kalemlerini tamamladım. Bulamadıklarım da ister istemez ya gelecek sefere ya başka bahara... Bir de bakıp bakıp alamadıklarım var. Genelde kitaplar, defterler. Bazı kıyafetçilere uğruyorum, hoşuma da gidiyor gördüklerim ama almayı gereksiz buluyorum. Başkalarında beğeniyorum yeni şeyler ama bana kalsa (bana kalsa ne demek, kime kalmış? "elalem ne der"in sezon finali ne zaman? ) sevdiğim üç kıyafeti değiştire değiştire giyer başka da bir şey aramam. Tıpkı Nong Khai'daki hocalarım gibi. Panço'nun herhalde üç tane eflatun balıkçı pantolunu ve beş tane de lacivert tshirt'ü var. Bir de şehre gittiği zaman giydiği açık mavi kotu ve beyaz gömleği. Beş yıldır onu bunlardan başka kıyafetle görmedim. Beatrix daha özenli giyiniyor, yoga yaparken giydiği beyaz alt ve üst aynı ama evde ve sokakta mor ve pembenin tonlarında iki parça kıyafetler giyiyor. Ama onun gardrobu bile benim şu üç haftalık seyahate getirdiklerim kadardır olsa olsa. Benim hayalimde (vegan arkadaşlarımı kızdırmak pahasına) de tenime yalnızca keten, ipek ve yünün değeceği, tiril tiril dökülen formlarda, pastel tonlarda bir gardrop var. Yazlık, kışlık toplam belki otuz parçalık bir kreasyon. Alışverişe son, ne giyeyim derdiyle harcanan zamana da 30 ihtimallik bir kısıtlama. Ellime bastığımda gardrobum tamamlanmış olacak. Ben de emekli olup çıkartacağım üniformamın yerine onları koyacağım galiba. 

Neyse, dolandım durdum NY'da. Yogasız. Ama Başak'ın yazdığı gibi (hala telefondan yazıp hala link koymayı beceremiyorum) fiziksel olarak yoga yapamasam da dünyaya 28 günlük niyetimin ardından baktım, bakıyorum. 

Yemeğimi Jivamukti Yoganın çok beğendiğim stüdyosunun kafesinde yedim. Otele döner dönmez uyuyakalmışım. Sabah da erkenden kalk ve uç. 

Buraya, Quito'ya, güneş batmak üzereyken vardık. 21. gün de yoga bedenimde değil sadece zihnimde deneyimlenmekte. Yatmadan evvel bir kaç yin asanada uzun uzun kalıp zaten doğarken kazanına düşüp uçmakla daha da azdırdığım vatalarımı (vata; ayurveda ve yogada hava elementi) sakinleşmeye davet edeceğim. 3000 metrede de olsam ayaklarım yere basıyor. Bastığım bu yer, göğe bu kadar yaklaşmak istiyorsa birbirimize benziyoruz demektir. Birbirimize benziyorsak yarın sabah hava toprağa karışır, ben de yogamı yaparım.  İzlemeye doyamadığım göklere daha yakın olmak için iş diye havalarda gezmeyi seçtiğim, konduğum her yere gökten inmenin aşkı ve heyecanıyla ayak bastığım dünyanın ortasından geçen bu çizginin üzerinde, evimdeyim. 

 

17 Haziran 2017 Cumartesi

duygusal tohum takası

IMG_0788

Bu sabah da aynı rutin; sabah 6'da uyan, yatakta ona buna bakarak oyalan ve kendine cevabını bildiğin o soruyu sor: Bu sabah yoga yapmasam olmaz mı? Olur elbet neden olmasın ama gerçekten yoga yapmak istemiyor muyum? Dün geceden beri bir duygusallıktır aldı başını gidiyor bende. Olayları mantığımla değerlendirebiliyorum ama duygulardan kaydırak yapmışlar, kalamıyorum o mantıklı yerde, hoop bir bakmışım alınmışım, bir bakmışım üzgünüm vs. vs. Önden  meditasyon yapınca biraz daha sakin bir zihinle başlıyorum yogaya. Bittiğinde duygular biraz olsun geri çekilmişler  

İnsanlar ve halleri:  iyi halleri ve kötü halleri. Sanki insanlarin  halleri mıknatıslı. Sanki etrafta kötü niyetli insanlar olunca, o mıknatıs yaklaşınca benim enerji alanıma, derinime gömdüğümü sandığım o kötü niyetleri yüzeye davet ediyor. Birinin hakkımda  kötü bir laf ettiğini, basbaya dedikodu yaptığını duyduğum zaman  mesela, içimde kötü bir şeyler uyanıyor: "Canım sen bir çekil kenara bakayım!" diyor, ve o kişi hakkında  dedikodu yapmak icin fırsat kollamaya baslıyor sanki. Tamam, ben dedikodu yapmıyorum ama bu istekle baş etmek yorucu. Üstelik duyduklarına üzülen tarafım da mağdur edebiyatı yapıp öc alması için o yanımı açıkça kışkırtmakta  

Bunun tersi (sükürler olsun ) daha cok geliyor başıma. Etrafımda öyle iyi  insanlar var ki, onlarin guzelliği içimdeki daha da iyi olmak tohumlarını yüzeye çıkartıyor. Biliyorum, hiç birimiz dünyaya yalnızca iyi tohumlarla gelmedik. Hepimizin içinde bütün tohumlardan var. Hangi tohumu beslersek büyüyecek olan o. Bizler berberce 28 gün boyunca icimizdeki güzel tohumları suluyor, birbirimizin güzel tohumlarını harekete geçiriyoruz bir yandan da.

Bugün böyle, biraz kisa. Bu akşam New York'a gideceğim.  Kendimi dünyaya kapatma, odaya çekilip uykuya giden yolları arama vakti. Yarın oradan yazacak vakti ve fırsatı bulabileceğimi umuyorum. 19. günden bu kadar  

 

 

 

güven, kurtul!

IMG_0851

Sabah yine 6'ya geliyordu gözlerimi açtığımda. Perde dün geceden örtük. Oda karanlık. Bir tuhaflık var halimde. Az hareket etmemle başımda bir ağrı kendini belli ediyor. Bir de hafiften midem mi bulanıyor ne? Yüzüm asılıyor hemen. Dün gece yemekten sonra bir buçuk bardak şarap içtim.  Ondan mı yani şimdi bu baş ağrısı? Geçen de bir bardak birayla akşamdan kalma olmuştuHalime gülüyorum, gülerken başım daha da çok ağrıyor.

Bir süredir vazgeçtiğim dil temizliğine buradayken yeniden başladım. Banyoda dilimi temizlerken safranın, sümüğün fazlası çıkıyor. Hem burnum açılıyor hem de mide bulantım biraz yatışıyor. Yoga yapmayı aklımdan bile geçirmiyorum önce. Bir gathilik (24 dakika)meditasyon için oturuyorum. Bitince hadi yapabildiğim kadar deyip başlıyorum. Daha ayakbileklerimi çevirmemden bedenimde bir dengesizlik kendini belli ediyor ama durmuyorum. Yavaş yavaş başka bir yanım ortaya çıkıp alkolden müzdarip tarafıma bana yaslan diyor. Ona güveniyorum. Tamam. Bu sabah udiyanalar şaşırtıcı bir şekilde derin ve uzun, kurmastana bile daha dayanılır. İkinci prelüde kırıyor dümenimizi  artık kimse bu dümenci,  bana da nefesimle yogamın yelkenlerini doldurmak kalıyor.

Yoga bittiğinde başım hala ağrıyor. Çok şikayet etmeyeyim diye size yazmamaya çalışıyorum ama benim bu omzum hala fena. Hatta bir ay evvel ilk başladığında ne kadar fena idiyse öyle fena. Bir gün sağ, bir gün sol bilek ve dirseklerimde gezeduran ağrı ve hassasiyet de canımı sıkıyor ama asıl derdim; bu sol omuz daha ne kadar sürecek böyle? Kollarım iyice zayıfladılar. Çaturanga, adho ve urdva mukha svansana, mayura, atikranti...ne zaman kavuşacağız? Aklımdan ya hiç iyileşmezse gibi korkunç senaryolar  geçiyor. Ya ara vermek zoruna kalır da sınıfımdan geri kalırsam (derde bak),  ya hiç yoga yapamazsam, ya yogadan mahrum kalırsam.  Kendimi bunu düşünürken yakaladığımda yogadan  beklentilerimi de ifşa etmiş olmaktan utanıyorum. Sonra da " güven" diyorum kendime, elbette iyileşeceksin. Mahrum kalacağını düşündüğün şeyler yoganın hediyesiyse de yoga yapmaktaki amacının onlara erişmek olmadığına güven. Niyetinin saflığını hatırla ve ona güven.

Barbaros Bulvarı üzerinde, Beşiktaş istikametinden gelirken Gayrettepe'ye gelmeden sağ kolda bir avukatın bürosu var, adı GÜVEN KURTUL. Atölye Yeşil'e gelişlerde önünden geçiyorum. Çok gülüyorum,  güven kurtul, bir avukat için biçilmiş kaftan olmasının yanında bir meslekten bağımsız olarak da harika bir önerme değil mi? Güven, kurtul! Oh! Başka neye güveneceğim peki?

Benim için güvenmek kolay değil. Bu kadar güvensiz bir insan olarak hocama bu kadar güveniyor oluşum küçük çaplı bir kişisel mucize aslında. Shadow yoga sisteminde de güveniyorum. Başka bir yol, başka bir hoca aramıyorum. Güvendim, kurtuldum. Kendime güvenmek konusunda da yol katettim. Güven duygusu artık sadece bir şeyi başarabilecekliğime inanmak demek değil benim için. Kendime güvenmek hissi genişliyor ve iç sesime güvenmeyi, kendime iyi bakmaya güvenmeyi, fiziksel ve ruhsal olarak kendime zarar vermeyecek tercihi yapacağıma güvenmeyi içine alıyor.  Kendi kendimin güvenilir ana-babası olmak gibi bir nevi. Geçen gün de yaşamın büyülü ağına  güvenmekten bahsediyordum.

Sanırım sıra kendi kendilerine idare edemeyeceklerini düşünüp de yüklendiğim insanlara geldi. Onlara güvenmek var sırada. Ya onlara ya hayata güvenebilmeyi ve omzumdaki yükleri indirmeyi denemeliyim. Belki ağrı kesiciden daha iyi gelir.
 

 

 

 

 

 

 

 

 

16 Haziran 2017 Cuma

Dj PMS

 

On yedinci günün sabahı umduğumdan erken kalktım. Yatarken niyetim olabildiğince fazla uyuyup bugün de yogayı öğleden sonraya bırakmaktı ama gözümü açtığımda saat daha altı bile değildi. Uzunca süre yatakta oyalandım. Onur gibi ben de hocamın tavsiyesi Ayfer Tunç'un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi kitabını okuyorum, ona uzandım. Kararımı değiştirmedim. Yoga öğleden sonra. Öğleden evvel ise kızsal zaruretlerle meşgul olarak geçti.

Biz bu 28 günlük döngüye  benim aylık döngümün başlamasıyla neredeyse eş zamanlı olarak başlamıştık. İkinci günden dördüncü güne kadar ay halinden yoga yapamamıştım hani. 28 günde orta çizgiyi geçip geri sayıma başladığımızla benim yumurtaların hayalkırıklığı içinde bir tahliye planına girişmeye başlamaları da aynı zaman denk geliyor doğal olarak. Diyeceğim  benim  neşeli ruh hallerim, parıldayan cildim ve yükselen enerjim düşen östrojenlerin sürdüğü atlara binip uzaklara gittiler a dostlar.  Geriye kalan testosteron, progesteron ve ben napalım da durumu kurtaralımın derdine düştük. Vücut su tutmaya çoktan başladı, can sıkıntısı baş gösterdi. Sadece can sıkıntısı olsa iyi: herkes bana karşı, kimse beni sevmiyor, yeterince iyi değilim, hiçbir şey haketmiyorum, hiçbirşey düzelmeyecek, bu ilişkiden hayır yok... Dj PMS kişisel top 10 listesindeki bütün bozuk plakları peşpeşe çalıyor kafamda. Üstelik daha reglime 12 gün var. Bu iş PMS' in tek kişilik festivaline dönmeden birşeyler yapmam lazım. Bugünden itibaren sabah akşam birer ghati meditasyon yapmaya başladım. Madem çalıyor muhterem, dinleyeyim de hangisi onun sesi hangisi benim ayırdedeyim.

Kahvaltının üzerinden beş saat geçince tülleri örttüm ve yogaya başladım. Birinci prelüdü çalıştım ve bitişi uzunca bir şavasana ile yaptım.

Zihnimin gökyüzündeki mavi bulutların yerini alan gri pms bulutlarına da eyvallah. Değil mi ki herşey geçici, ne iyiye ne kötüye tutunmamayı çalışıyorum; gerçek çalışma işte şartlar elverişsizleştiğinde başlıyor. Ey östrojen! Ay hemen celallenme öyle, kötü bir şey demeyeceğim. Bana bu fırsatı verdiğin için teşekkür edecektim. İki hafta sonra yine beraberiz zaten. O vakte kadar varsın cildim parlamasın. Ben bir elimde nefes bir elimde yoga, cilala-parlat, zihnin kalıplarını temizlemeye girişeyim. Ve yine varsın fonda radyo çalsın:

 

iyi geceler sevgili dinleyenler, #28günyoga'nın 17. gününden hepinize merhaba! Ben dj PMS önümüzdeki on iki gün boyunca bu kanalda sizlerle birlikte olacağım. Hava bulutlu, kasvetli ve playlistim bu havaya uygun süpper slowlarla dolu. Mendillerinizi ve deli gömleklerinizi hazır edin. Başlıyoruz :) 

 

 

 

 

15 Haziran 2017 Perşembe

gitmek mi zor, kalmak mı zor?

 
Dün gece uyumadan perdeyi örtecek oldum ama günlerdir gün ağarmadan evvel uyandığımı hatırlayıp vazgeçtim. Açık kaldı perde. Böylelikle gözümü odanın karanlığına değil doğan günün ışığına açmış oldum bu sabah. Buraya gelmeden omzum için gittiğim doktor soğuk kompres yap demişti. Kadıncağızın dediğini yapmadığım gibi bir de üstüne saunaya, buhar odasına falan girdiğimden dün omzum hepten fenaydı. Dün odada küçük bir dekorasyon değişikliği yapıp, yer çarşaf, üzerine mat, etrafına da yastıklardan olma yoga alanımı camın önüne taşımıştım. Gittim oturdum. Onur'dan aldığım ilhamla oturduğum yerde sağa-sola, ileri-geri hareketler ve dairelerle, sarpalarla omurgamı ısıttım uzunca bir süre. Aklımdan da gönlümden de daha fazlasını yapmak geçmiyordu ama hepimiz biliyoruz bir hareket diğerini davet ediyor.  Baktım ısınmalara başlamaya gönlüm var, ayağa kalktım ve yogaya başladım. 
Ayaktaki hareketler bitip de asanalara geçtiğimde zihnim oldukça sakinleşmiş, gülümser ve hatta meditatif bir haldeydi. Derken oda telefonum çaldı. İrkildim. Otuduğum yerden ivedilikle kalkıp telefonu açtığımda başım dönüyordu. Bir gezi planı için araması ihtimali olan arkadaşıma, bana akıllı telefondan ulaşamayacağını, odadan araması gerektiğini söyleyen bendim. Ondan fırladım mattan. E işte mattan fırlarsan gününün geri kalanını da  attan düşmüş gibi geçiriröişain. Yaşayarak öğrenmiş oldum. Halbuki geçen Fatoş yazdığında okuyunca öğrendim sanıyordum. İlla yaşamam lazım :/ 
Telefonda konuşurken bir an bayılacak gibi oldum. Zaten burda oksijeni karneyle veriyorlar, deniz seviyesinde zar zor yetirdiğim nefes bir de bu şartlarda hepten yetersiz. Udiyanalarda kesiliyorum, sarpalar nefes nefese. Omzum izin verip de güneşe selamları tam yapsam herhalde taşikardiden gideceğim. Herşeye rağmen kendimi zor şartlarda antreman yapan bir atlet gibi görüyorum.  3000 metrede yaptığım çalışmam İstanbul'daki partiğime kanat olup takılacak. Hayalimde evde uçuyorum :)
Arayan arkadaşımmış, planlar yapılmış. En kısa zamanda lobide onlarla buluşursam herkesin gidip de anlata anlata bitiremediği Quilotoa yanardağının krater gölüne gidecek arabaya binebilirmişim. 
Tamam deyip kapattım. Mata geti döndüm. Bir an oturup sakinleşmeye çalıştım. Sonra soğumaların kısa versiyonuyla kapattım çalışmayı. Ama tabi öyle kapan susam deyince kapanır mı. Defne hocanın Fatoş' a verdiği yanıttaki gibi saatlece süren bir huzursuzluk, rahatsızlık hatta biraz asabiyet.  Üzerine dolambaçlı dağ yolarında üç saate yakın araba yolculuğu. Hoşafım çıktı. 
Krater gölü çok güzeldiyse de bu yorucu yolculuğa değdi mi emin olamıyorum. Daha yola çıkarken biliyordum: bu geziye gitmesem de olur ama kendimle bir anlaşma yapıp kendi kendime gitmediğime pişman etmemem lazım. Ama işte kendimi tanıyorum. Bu anlaşmaya sadık kalamayacaksan cancağızım, üç saat git- üç saat dön yolarda perişan olmaktan şikayet etmemekte anlaşalım bari. Peki, anlaşmış gibi yapalım. 
Dağ köylerinden geçtik. Kocaman çiçekli kaktüsler, rengarenk kır çiçekleri ve ağaçlar gördük. Lamalar , alpakalar ve koyunlar ve onları güden ufacık yerli kızlarla karşılaştık. Şapkaları ve topuklu ayakkabılarıyla toprak yollarda yürüyen güzel köylü kızlara gülümsedik. Kaburgaları sayılan, minyon ve oyuncu köpeklerle oynadık sokalarda.  İki şeritli yolun bir yanından öbürüne, el ele tutuşmuş yürüyen oğlan çocukları için yavaşladık. Krater gölüne de gittik tabi ve evet, güzeldi. Yine de bence günün en güzel tecrübesi gölü görmek değildi. 
Dönüş yolunda yukarıdaki resimdeki gökkuşağı çıktı karşımıza. Beni en mutlu eden an o oldu. 16. Gün de böyle geçti. 







13 Haziran 2017 Salı

teflon velkroya karşı

 

Şimdilerde şehirlerde mahalle denen şeyin yalnızca adı var, hissi çoktan kayıp. Çocuklarının sokaklarda oynamasının düşüncesi bile günümüz ebeveynlerinde travma yaratıyor. Parklar bile çirkin, güdük geliyor gözüme. Plastiği ne kadar canlı renklere boyarsanız boyayın, yeşilin yerini tutmuyor. O yeşil ise hızla, hızla eksiliyor hayatlarımızdan. 

Çocukluğumun parklarından hatırımda kalan iki anne-çocuk diyaloğu var. Birincisi annesinin onaylamadığı bir şeyi yapıp "Ama Ayşe de yaptı"yı bahane eden çocuğa annenin "Ayşe köprüden atlasa sen de peşinden mi atlayacaksın!!" çıkışması. İkincisi ise ağlayarak "Anneaaa, Selim bana aptal  dedi" diye anneye sığınan çocuğa, annesinin; "Desin, Selim aptal dedi diye aptal mı olacaksın. Gel bakayım buraya benim akıllı oğlum, annesinin....."  diye uzayan tesellisi. 

Birinci hakkında kısaca şunu söyleyeceğim: Anneciğim,köprüden atlayıp atlamayacağım tamamen Ayşe'yi nereye koyduğuma ve onun (ve çetesinin) tarafından kabul edilmeyi ne kadar istediğine bağlı. Yani sorunun cevabı muallak. 

İkinci senaryo hakkında ise biraz daha fazla sözüm var çünkü 40 yaşında hala birileri bana bir şey dedi diye kendimden şüphe eden tarafım, yetişkin tarafımın pışpışlamasına ihtiyaç duyuyor. 

Geçenlerde iş yerinde hiç beklemediğim bir anda biri beni dikkatsiz olmakla ilgili azarladı. Dikkatsiz değilim. Söz konusu azarlama hem yanlış hem de yersizdi. Ama ben bunu uzattıkça uzattım. Üzüldüm, sinirlendim, günlerce atlatamadım. Benim bu kadar üzüldüğümü görünce ev tipi gurum, canım sevgilim teselliyi bırakıp nasihate başladı; "Tatlım sana ne denirse densin bırak kayıp gitsin, tutunma o laflara. O lafların kaynağı sen değil, lafı eden kişi..." O böyle konuşurken işte hatıramdaki parklardan o anne tesellisini duydum: "Selim sana aptal dedi diye..."

O zamandan beri aklımda iki kavram, iki marka aslında; velkro (cırt cırtlı ayakkabı velkrosu) ve teflon. Bir şeyler duyunca kendime  sıklıkla soruyorum, şu anda hangi niteliğin tesiri altındayım? Velkro gibi üzerime atılan şeylere tutunuyor muyum? Yoksa teflon gibi yapışmaz, kaygan bir niteliği mi var anlayışımın. Bu sadece kötü şeylerden kaçınmak için değil duyduğum iltifatlara tutunup egomu beslememek için de yardımcı oluyor bana. Selim bana aptal dedi diye aptal olmuyorum, tamam, ama Ayşe bana prenses dedi diye preses de olmuyorum :)

Sonra Geore Fuerstein'ın The Psychology of Yoga isimle kitabında daha evvel altını çizdiğim şu cümlerle karşılaştım:

"Everyone vibrates according to the quality of energy manifested in him or her- a thought that will thrill New Agers. This causes the "influx" (asrava) of karmic "matter." That is to say we attract that wich we resonate. This universal karmic dust can stick to a living being only when it is "moist" with the "taints" or passions (kashaya) of attraction (raga) and repulsion (dvesha). Attraction comprises anger (krodha)  and pride (mana) while repulsion is made of deciet (maya) and greed (lobha).  Karma can not find a foothold in someone who is "dry," that is, free from passion (vitaraga), which is only the case with a liberated being."

Şimdi hem aceleden (yine bir gezi planı) hem de cesaret edemediğimden bu sözleri çevirmeden bırakacağım ama gelince bir denemeyi planlıyorum. Eğer içime sinerse bu postu update eder, burada yayınlarım yanda belki çevirmen arkadaşlarımdan biri bana yardımcı olmak isterse çok sevinirim. 

Bu cümleleri  okuyunca benim deyişimle teflon, Fuerstein'ın deyişiyle kuru kalmanın bizi sadece laflardan, sözlerden,  fikirlerden değil karmadan da özgür kılacağını düşündüm ve sizle paylaşmak istedim. 

Bu sabah yogamı erkenden, puslu ve yağmurlu And dağlarına karşı yaptım. Şimdi post'a basıp lobiye uçacağım. Yarın görüşmek üzere, 15. günden sevgiler. 






 




12 Haziran 2017 Pazartesi

dikkat! kırılacak!



28 gün yoganın orta yerinde, 14. gününde Quitodaki yatağımda yarı oturur yazıyorum size. Dün yogasız geçti ve henüz bugün de birşey yapacak şevki kendimde bulamadım. Burada henüz sabah. Saat 9'a gelmekte. Dün 19:00 da vardık buraya.  NY'daki otelden sabah 8 de ayrılmıştık. Geldiğimde hem yorgun, uykusuz hem de öyle şiştim ki kalan enerjimi neredeyse bir hafta kalacağım odama yerleşmek için harcadım. Kıyafetlerimi, kitaplarımı yerleştirdim. Camın önündeki masaya seyahat altarımı kurmak için yanımda getirdiğim minik heykellerim, resimlerim ve taşlarımı dizdim. Bir tütüsüyü azıcık yakıp odayı tanıdık kokuyla doldurdum. Yastıklara, havlulara lavanta yağı sıktım. Odayı "benim"semek kolaylaştı böylece sonra sıcak ve sulu bir şeyler isteyince canım bir çorba içmek için restorana indim. Odaya dönünce de uzun süreceğini umduğum bir uykuya yattım.
New York'ta geçirdiğim zaman boyunca kafamın içinde bir koro konuştu durdu: "Çık, gez, al, fırsat bu fırsat, oraya git, buraya git, bak sonra pişman olursun, demedi deme...." Bu koroya bazen kız kardeşimin bazen arkadaşlarımın sesi destek verdi yaptığımız kısa konuşma/yazışmalarla. Gelgelelim yine içimde başka bir taraf bu şehrin baştan çıkarmasına direndiği gibi bu seslere de kulak asmadı. O taraf bizim NY'da olma deneyimimiz hakkında başka insanların ya da tarafların söylediklerine kibarca gülümseyip kulağıma fısıldadı: "Bizim burada olma deneyimimiz kimseyi memnun etmek zorunda değil. Bir şey kaçırmıyoruz. Burada olmayı deneyimlemek hiç bir gerekliliği yerine getirmek zorunda olmak demek değil. Buradayız, hissediyoruz. İlla elle tutulur bir şey almamıza gerek yok. Şu anda şehir ile bir alışveriş halindeyiz. Sakin ol, herşey yolunda."
İşimin sıradışı tarafı gezegenimiz üzerinde hareket etmeyi benim için olağan hale getirmiş olması. Bir hafta içerisine bir gece Çin'de bir gece Amerika'da uyumaya çalışıyor olabiliyorum. Zekeriyaköy'deki arkadaşıma oturmaya gitmeye üşenip, aynı gün bir telefonla Zanzibar için bavulumu toplayıp yollara düşebiliyorum. Yıllar içerisinde aynı şehirlere kısa süreler için de olsa defalarca gidip geldiğimden artık bir turist heyecanı değil yaşadığım. Şehrin vaadettiği deneyimden ziyade o şehirde bulunmanın hissettirdikleri ile ilgiliyim. Şehrin ruhundan izole değilim, o havayı soluyorum nihayetinde ama işte hele de son birkaç yıldır ben iyi hissettikten sonra dışarı çıkmışım, çıkmamışım farketmiyor. Bunca yolu boşuna mı geldin diye sorup kendini tartaklayan tarafıma de düzenli olarak hatırlatıyorum: "Tatlım, işe geldik. Gel dinlenelim, sonra eziyet olmasın işimiz. Çok istersek buraya tatile de geliriz. "
Dün buraya gelmek üzere New York'tan ayrılırken bu sefer buradan (elle tutulmayan) ne aldım diye düşündüm. Ne kadar yorgun da olsam kendimden hoşnut geçirdiğim bu 3 gün boyunca bu şehirden bana geçen hislerin en yoğunu "kendimi kısıtlamadan ben olma özgürlüğü" idi galiba. New York bana bağıra bağıra "Express yourself" dedi. Biraz 90'lardan kalma bir mesaj  ama benim 90'lardan kalma komplekslerimin de bunu duymaya ihtiyaçları var. Kaldırımlarda yürüken yanlarından geçtiğim binalar gibi dik ve başı göklerde hissettim kendimi. Kendime ve başkalarına gülümsedim ve kadın olmayı, hassasiyetimi, yumuşaklığımı ve sevecenliğimi ne zamandır bu kadar sevgiyle sahiplenmediğimi düşündüm.
Benim farketmekte geciktiğim ve başa çıkmakta da zorlandığım yanım; hassasiyetim. Bunu uzun yıllar güçsüzlükle karıştırdım ve hem gücümle bağımı kopardım hem de kendimi üzdüm. Hassasiyetimi güçsüzlük sandığımdan ve kendimi böyle görmek istemediğimden, başkaları da beni böyle görmesinler diye türlü kılıfın ardına saklandım. Umurumda değilmiş gibi yaptım, cool'muş gibi yaptım, sertmiş, tersmiş gibi yaptım. Hepsi bendim ama hiç biri gerçek ben değildim. Ben saklandığımı sanıyordum ya, belki sadece bana öyle geliyordu. Belki benim kendime dair farkında olmadıklarım her türlü uydurma kılıfın ardında gün gibi açıktı görmesini bilen gözlere. Olsun. Ben kendimi bilmedikten sonra başkaları bana beni anlatsa da zaten inanmayacaktım.
Yogaya ilk başladığım yıllarda bedenim hassas değil diye kendimi hırpalayıp durdum. Herkesin hissettiği şeyleri ben neden hissetmiyordum? Bende kesin bir eksiklik vardı. Anlaşılan bu yogayı da beceremeyecektim. Ne yeterince güçlü ne de diğerleri gibi hassastım.
Ben yogaya devam edip de dikkatim düşüncelerimden bedenime inmeye fırsat bulduğunda, yokluğuna hayıflandığım o bedensel hasssiyet öyle güçlü bir şekilde kendini gösterdi ki bu sefer de bedenimi bu kadar çok hissediyor olmaktan şikayet etmeye başladım. Böylelikle hastalık hastası gibi en küçük şey için doktora taşınmalarım da başalmış oldu. Bir sefer rahmimde sıradışı bir şişlik hissediyorum diye gittiğim doktorum, ultrasonla bakınca  o ay bir yerine iki yumurtamın düştüğünü gördüğünü söylediğinde, ikimiz de şaşkın gözlerle birbirinize bakıp "Yok artık!"dedik.
Fiziksel beden bu kadar hasssas olunca diğer bedenler de pek de farklı olmuyor elbet. Bütün bu kılıflar/bedenler birbirinin içine geçiyor, bir diğerini sarmalıyor. Yani ben duygusal olarak da çok hassasım. Fakat ben duygusal olarak hassasım diye boynuma "Fragile! Handle with Care" diye etiket takıp insanların bana hassasiyetlerimi gözeterek davranmasını bekleyecek değilim. Yani, bekleyeceğim elbet de kısa sürede ayılıp kendi hassasiyetimle başa çıkmak zorunda olanın ben olduğumu kendime hatırlatacağım. Üstelik nereden biliyorum başkalarının da benim kadar hassas olmadığını? Onları kendimden daha az duyarlı kabul etmek kadar büyük bir duyarsızlık olabilir mi?
Bir süredir içimdeki yetişkin uyanıp kontrolu ele almaya, zihnimde duyduğum onlarca sesin arasından onun sesi daha güçlü ve berrak duyulmaya ve hatta diğer sesler de onu dinlemek için susmaya başaldı. Ben o sesi duyup kendime anlayışla, sevecen ve hassas bakmaya başladıkça ilişkiler kolaylaşıyor. İhtiyacım olanı kendime ben verdikçe diğerlerinden beklediklerim azalıyor. Beklediklerim azaldıkça diğerlerini oldukları gibi kabul etmek kolaylaşıyor. Varoluşumdan aldığım zevk artıyor.
Bu bir akış. Şimdi böyle hissediyorum diye buna tutunmuyorum. Bu, özüme bir göz atış. Onu ne çok hissedebilir, yaşatabilirsem o kadar güzel.
Bugün sabah yapmadım yogayı. Önce güzelce dinleneceğim sonra da bu günlük gün batışına taşıyacağım yoga çalışmamı. Burada öğlen. Sizin orada akşam oluyordur. Yolun başından beri karşınızda soyunuyordum. Yolun yarısında artık çıplak ve bundan utanmayan bir ben var. Yarın yokuş aşağı inmeye başlıyoruz beraber ama bakıyorum biz 14'e varmışken yeni saymaya başlayanlar katılmış aramıza. Bu yazıların hiç kesilmeden çağlayan bir om seslenişi gibi yankılanacağını hayal ediyorum. Hocam, bizi bu çadırda topladığınız için size minnettarım. İfade edildikçe sanki şeyler değişiyor, iyileşiyor.  Ondördüncü günden herkese şükranla🙏🏻

ps. Günlüğün bloğumda eksik olan günleri ve diğer arkadaşlarımın günlüklerini okumak için tıklayınız :) 
28gunyoga.wordpress.com






10 Haziran 2017 Cumartesi

doğru çaba

Dün Dino ile buluştuğum yerde bırakmıştım sizi. Bu gün yine bir parktan merhaba! Malumunuz bu gün dolunay. Yine malumunuz biz (benim bildiğim bir de aştangiler) yeni ay ve dolunaylarda fiziksel yoga çalışması (pratik demezsek ne diyeceğiz) yapmıyoruz. Galiba bu gün dolunay olmasaymış da ben yoga yapamayacakmışım zira çok çok yorgunum. Öyle böyle değil.

Dün size içinde olduğum fiziksel ortamla çelişkili ruh hallerimden bahsediyordum hani. Quito sakinken oradaki ben sabırsızdı. Burası (hala NY) tam bir keşmekeşken buradaki ben huzurluyum. Sanırım dışarıda olup bitenden hiç etkilenmeyeceğimi sanmakla hata etmişim. Zihnim hala sakin, huzurlu ama fiziksel kılıfımı (toplamda beş tane olup beni oluşturan katmanlarımın en dış, kaba ve elle tutulur olanı; bedenim) dışarıdaki dünyadan soyutlayabileceğimi gerçekten düşünmüş olabilir miyim? Halbuki ben şu alemdeki herşeyin titreşim olduğuna, katı hiç bir şeyin varolmadığına inanınıyorum. Birşeyleri elle tuttuğumuz hissi sadece bir yanılgı bence. Dışarıda, fiziksel ortamda uğuldayan bu huzursuzluk benim fiziksel ortamım sayılan bedenime yorgunluk, zihnime ise uykusuzluk olarak sızmış tabi. As above so below, as without so within....

Dün canım Dino'nun tatlı sohbetine teslim olup uyku vaktimi kaçırdım. Yorgunuz diyen bacaklarımı dinlemeyip yürüyerek kendimi tükettim. Sabah da yine 05:30 da uyanıp yorgunluğuma rağmen geri uyuyamadım. Türlü numaralar yaptım yeniden uykuya dalabilmek için. Otellerde hiç huyum olmadığı halde küveti doldurdum. Sıcak suyun uykumu getirmesini bekledim. Yok! Kitap okudum, papatya çayı içtim. Yok! Yoga nidra (uyku yogası da denilen derin dinlenme tekniği) yapayım, tam zamanı dedim. Telefonumu değiştirirken, alışık olduğum (canım Panço'nun yoga evimizde kuş sesleriyle kaydettiği) versiyonu yeni telefona aktaramamışım. İnternetten bir saatlik bir  kayıt buldum dinledim. Yok! Yok, yok, yok!

Baktım nerdeyse altı saattir kendimi bırakmaya çabalıyorum. Al sana bir çelişki daha dedim. Bırakmaya çabalama. Oksimoron.  Bu günü böyle yorgun yaşamaya teslim oldum artık, ne yapayım. 

Donna Farhi, Bringing Yoga to Life kitabında hayatımızda çabalamayı bırakmanın hem çaba hem de teslimiyet ile ilgisi olduğunu yazıyor. Bu iki  çelişik güce verdiğimiz tepkiler çok farklı olabilir. Bir insanın çaba ve teslimiyet ile sağlıklı bir ilişki kuramıyorsa ikisini de uygulayamıyordur. Ne içinde bulunduğu duruma teslim olabilir ne de bu durumun içinden çıkmak için bir çaba gösterebilir. Bu insan şikayet ettiği durumlardan kurtulmak için hiçbir şey yapmayıp, başına gelen herşey için bir başkasını suçlayan insan. Hepimiz zaman zaman bu tepkiyi versek de ben şahsen zamanımın çoğunu Farhi'nin half hearted dediği, gönülsüz/gayretsiz/yarım ağızlı çaba halinde ziyan ediyor(du)m. Eğer yaptığımız işe kendimizi tam olarak vermezsek çabamızdan geriye bir tortu kalır diyor Farhi. Elinden gelenin en iyisini ortaya koymadığında, ortaya koymadığın o parçan, o çaba bir tortu gibi birikip zamanla kendinden memnuniyetsizliğe, hayalkırıklığına ya da pişmanlığa  dönüşür. Bir parçası sürekli ortaya koymadığı o çabaya takılı kaldığından bu tortulara sahip biri asla dinlenme izni vermez kendine. Zihni geçmişte yapmadığı işlerle bu kadar meşgul biri nasıl dinlensin. Zihin sürekli "öyle mi yapsaydım, böyle mi yapsaydım" diye konuyu tekrar gündeme getirip durması çelişki içinde olduğumuza işaret. Bu çelişki ne kadar küçük bir parçamız olursa olsun, onu peşimizden sürüklemeye devam edersek eninde sonunda bin tonluk bir ağırlık gibi gelecek bize. 

Bir de mükemmelliyetçilerin kendilerine rahat vermediğini, bir türlü teslim olamadıklarını anlatıyor ama bugün benim konum mükemmellliyetçilikten ziyade çelişiklik. 

Çaba ve teslimiyet, yoga kavramlarıyla abyhyasa ve vairagya. Onları çelişkili kavramlar gibi algılamama sebep olan hep birini diğeriyle tartma alışkanlığım galiba. Bir şey olmuyorsa ya yeterince çabalamadım ya da tam olarak teslim olamadım diye düşünmeye teşneyim. Halbuki yürüdüğüm yol çabalarken gayretimi esirgemeyip, o çabanın meyvesine bağımlı olmamayı öğretiyor.  Belki doğru çabayı göstermedim bu sabah. Belki kafam yarım bıraktığım şeylerle meşgul olduğundan uykuya teslim olamıyorum. Ben zihnimde sakinim desem de belki daha aşağıda, farkında olmadığım bir katmanda gönülsüz yaptığım birşeyleri tamamlamakla meşgul bir parçam var. Belki gerçekten şehrin aşırılığı rahat vermiyor bedenime/zihnime. Artık her ne ise ona teslimiyet. 

Dışarı çıktım. Yemek yedim. Ay doğuncaya kadar oyalanıp erkenden yatmayı planlıyorum. 11. Gün bugün. Üstelik İstanbul'da gece yarısı olmadan yetiştim size galiba. #28günyoga dostlarım, umarım ay sizin de üzerinizde ışımış, bu bir günlük ara yarın doğru çaba ile samapada'da buluşma arzunuzu ateşlemiştir. Siz söylemeden söylemeyecektim ama dayanamadım :) sizi ve çabamızı seviyorum ♥️





9 Haziran 2017 Cuma

kısık ateşin sakıncaları

 
bazı otel odaları/ dağınık teknik


Az evvel yine yazdığım yazıyı kaybettim :( halbuki güzel de olmuştu. İşin kötüsü ben bu seyahate bilgisayarımı getirmedim. Yazarken telefonu kullanıyorum ve bu zaten sıkıntılı bileklerimi zorluyor. Cep telefonunu yaralanmalarının yoga yaralanmalarıyla kapışacağı bir geleceğe yaklaşıyoruz. Bu aralar hep elimde telefon. Ya yazmak, ya okumak ya da fotoğraf çekmek için. Sadece benim değil tabi, herkesin elinde. Bu kadar turistik bir yerde olunca etraf selfie çekenlerle dolu. Selfie çeken insanları izliyor musunuz siz hiç? Ne kadar komik gözüküyoruz. Komik de olsak,  selfie olmasa kendi gözlerimizin içine bakıp bu kadar kolay gülümser miydik sizce? O gülümsemenin ne kadar kendimize olduğu tartışılır elbet. Yine de gülümseme gülümsemedir. Selfie de benim nezdimde sırf buna hizmet ettiği için makbul değilse de kabul edilebilir statüsüne sahip olabilir.  

7 de uyandım bu sabah. Alışkanlıkla hemen bir kahve alıp dışarıyı izlemek istedim ama hatırladım ki odamın penceresinden sokak değil karşıki odanın perdeleri gözüküyor. Ben de lobiye inerim. İndim inmesine ama unutmuşum "Ooo Memo, burası New York Amerika"  Sokaklar çoktan vızır vızır. Kahveyi alıp odama sığındım. 

Komik; Quitodayken dışarısı o kadar sakin, yavaş ve huzurlu benim içim ise yeni bir yerde olmanın verdiği heyacan ile kıpır kıpır, sabırsız ve hatta huzursuzdu. Şimdi burada, sanki dükkanların hep birlikte "al, al, al" diye tempo tuttuğu, ışıklı tabelaların içinden çıkıp insanın boğazına sarılacakmış gibi gelen alışveriş canavarının anavatanında, sesler, kokular, porsiyonlar, patlayan ışıklar her şey aşırı,herşey bu kadar tecavüzcü iken ben New Yorkun bana satmaya çalıştığı  hiçbir şeyin müşterisi olmadığımı hissediyorum. Dışarıda merak ettiğim pek bir şey yok.  Burada dışarının huzursuzluğuna karşın içimde sakin ve huzurluyum. Bir de kararlıyım. New York'ta dinleneceğim. 

Bu sabah yine birinci prelüd. Fatoş'tan aldığım ilhamla vaişaka'da beş dakika. İncinen yerlerimi sakınacağım diye altını kıstığım pratiğimi biraz harladım sonunda bu sabah. Hocamın dün yazdığı yazıdan uzanıp gelen sesi bana bu sabah "Fatmacığım bu yemek kısık ateşte pişmez, biliyorsun değil mi?" dedi. Biliyorum tabi hocam da işte omzum, dirseğim bedenimi en ateşleyen hareketlere kapattı ya. "Ateşi yakmak için illa kolların mı lazım, bacakların ne güne duruyorlar ?" Tamam hocam dedim, ocağın alevini arttırdım. Kadın haklı. Zaten bizim pilot ateşin yeri kollardan çok bacaklara yakın. Asanalara geçtiğimde tel tel dağılan bir balkabağı olarak servise hazırdım. 

Size bunları Union Square Parktan yazıyordum. Sol baş parmağımın gerisine, hani tam kaki'de bastığımız noktaya bir kuş; siyah, sulu ve sıcak pislemesin mi? Şaşırdım, güldüm ve gayri ihtiyarı bankta yanımda oturan kişiden bir mendil istedim. Telefonda, yazmaya daldığımdan pek de dikkat etmemişim kimdir bu yanımda oturan kişi diye. Bir evsizmiş kendisi. Kocaman torbasından kullanılmış bir kağıt mendil bulup gülümseyerek bana uzattı. Yüzümde donan gülümseme ile alsam mı almasam mı diye tereddüt ederken diğer banktan bir adam temiz bir tane uzatınca ona yöneldim.  Sonra da önce yazımı bitirdim, sonra da kaybettim onu :)

Parkta her yıl Amerika'nın değişik bir yerinde buluşmayı bir şekilde becerdiğimiz canım Dinçer'ciğimi bekliyordum. Hava yavaştan soğuyordu. Arkamda parkın kadrolu Hare Krişna'cıları kirtan yapıyordu. Mutluydum. Sonra yazdıklarımı kaybettim.  Yine mutluydum. 

8 Haziran 2017 Perşembe

NYsana bölüm 2

  


#28günyoga'da 9. güne Quito'dan kalkan uçağımızda, havada girdim.  Quito'yu ha bugün ha yarın anlatırım diye diye, erteleye erteleye geçti gitti günler. Bazı insanlar dünyanın bazı yerlerine karşı doğal bir çekim duyuyorlar. Mesela ben çocukluktan beri Uzakdoğuya, özellikle de Japonya'ya özel bir ilgi duyardım. Bazı arkadaşlarımdan Güney Amerikaya olan düşkünlüklerini dinlesem de merak dahi etmezdim oraları. Halbuki Carlos Castenada'ları genç yaşta okumuş beğenmiştim de. Ama işte nedense bir türlü aramızda bir kıvılcım çakmadı Güney Amerika ile.

Ben hiç İspanya'ya da gitmedim. O da tuhaf. Bilet bedava, vize kolay...yine aynı ten uyuşmazlığı diyeceğim ama aklıma bir kaç İspanyol erkeği gelip de nabzım hızlanıp nefesim sıklaşıyorsa hangi ten uyuşmazlığından bahsediyoruz :) 

Velhasıl Quito'ya ne Latin Amerika ne de İspanyol referanslardan haberdar, hatta basbaya cahil bir şekilde geldim. Şehir coğrafi olarak nefes kesiyor hem de kelimenin tam anlamıyla (literally espirisi Türkçemizde yavan kalıyor :/ ) zira öyle yükseğe kurulmuş ki düşük oksijen oranına alışıncaya kadar bir baş dönmesi ve hafiflik duygusu, bir nefes yetmezliği yaşanıyor. Çok güzel korunmuş koloniyal mimari, katedraller, kiliseler... Galiba benim hayalimde İspanya'dan çok Peru'ya benzeyen bir yer vardı. Kiliselerdense şamanlarla karşılaşacağımı sanıyordum. Baya yanılmışım. Şehirlerde, dağlarda ve Amazon bölgesinde farklı topluluklar yaşıyormuş. Jungle'ın derinine insem aradığım şaman doktorla karşılaşmak mümkün ama şehirde onum yerini Peder alalı çok olmuş. Galapagos da çok meşhur. Doğal hayatın çeşitliliği ile Darwin'e evrim teorisi ilhamını veren cennet ada. Ne yazık ki uzakta ve çok da pahalı. Zaten herşey çok pahalı burada. 

Quito'da en çok şehir ile doğanın ahengini sevdim. Doğa görkemli,  etkileyici ama mimari de ondan aşağı kalmıyor. Bir sakinlik ve genişlik hissi duydum oradayken. Kalabalık ve büyük bir şehir ama kimsenin birşeye acelesi yok sanki. Yani;  i ❤️ Quito 

Şimdi size Manhattan'ın göbeğinden, minicik penceresi apartman boşluğuna bakan odamdan yazıyorum. Sabah güneş doğuşu izlemeye kısa bir ara. Öyle kalabalık öyle karmaşık ki burası, hele de Quito'dan sonra insanı aptal ediyor. Arı kovanı gibi, ne ses ne de hareket duruyor. İlk bir kaç saat odama sığındım. Yerler yine halı. Kapının önüne park etmiş kat hizmetleri arabasını görünce görevliden ekstra bir çarşaf rica ettim. Çarşafı iki kat yapıp yere serdim. , matımı da onun üstüne. Hem uykusuzlukhem de 5 saatlik uçuştan müzdaribim. Kurmastana kapısından geçtikten sonra pratiği yin yogaya döndürdüm. Saate baktım akşam üzeri 5. 5ten 7'ye kadar böbrek meridyeni hükmünde beden. Ben de böbrek meridyeni için Beatrix'in öğrettiği yin serisini yaptım. İçinde omzumu ve bileğimi zorlayan seal ve camel vardı. Onları daha kısa tuttum. Geri kalan pozlarda yedişer dakika kaldım. Sonra çıktım uzun uzun yürüdüm sokaklarda. Güneş batmaya yakın batıdaki sokakların hepsinin sonunu ateşe veren turuncu ışığı izledim. İnsanları izledim. New York sinema gibi zaten. İzletiyor kendini zilli. 

Bugün yol yorgunuyum. Daha yazmaya mecalim yok. Yarına kalsın gerisi. Start spreading the news, i am in New York ♥️

Ps. Bir ara yazdığım NYsana'nın ilk bölümü için http://kedori.blogspot.com/2011/12/nyasana.html?m=1

7 Haziran 2017 Çarşamba

uyku kardeşim ver elini

   

8. Gün #28günyoga'da 
Bu sabah saat uyandığımda saat 5 buçuğu geçiyordu.  Bu saate kadar deliksiz uyumayı başardığımın ayırdına varınca zafer kazanmış duygusuyla kalktım yataktan. Uykuya dalmakla bir derdim yok, uyanmaya ise bayılıyorum ama uykunun kendisi ile ilgili hislerim karışık. Çocukken annemin uyanmasını beklerken çok sıkıldığım için mi sevmiyorum uykuyu acaba? 

Gittiğim ana okullarında (iki sene üstüste) öğle uykusu yoktu diye hatırlıyorum. Çocukluktan tek öğlen uykusu hatıram babaannemin evinden kalma. En fazla beş yaşında olmalıyım. Edirne'de yaşıyoruz. Babaannem tek katlı bahçeli evinde amcam ile yaşıyor. Bizim evimiz çok da uzak olmayan başka bir mahallede.  Babaannemin evine şehrin girişindeki büyük caddeden, kızılcık ağaçlarının arasından aşağıya doğru süzülen merdivenlerden inilerek ya da meydanın yanındaki dolambaçlı parke yoldan gidiliyor. O gün neden ben yalnız başıma oradayım bilmiyorum. O ev çok yabancıladığım bir yer olmasa da orada yalnız, annem babamsız bulunmak çok da alışık olduğum bir durum değil. 

Evin bir kaç basamakla çıkılan kapısının önünde küçük bir sahanlık var. O sahanlıkta evcilik oynuyoruz bazen. Belki bazen oraya bir döşek atılıp mahalleliyle muhabbet ediliyor. İçeri girince sağlı sollu iki oda var. O odalar kimin bilmiyorum ya da artık hatırlamıyorum. İkinci sağa başka bir kapı açılıyor. Ardında babaannemin yatak odası ve evin tek banyosu var. Giriş kapısının tam karşısındaki kapıdan girince sola doğru salonu ve devamında yine solda mutfağı hatırlıyorum. Mutfaktan merdivenlerle arka bahçeye iniliyor. Büyükçe bahçede çiçekler, ağaçlar ve bir de küçük kümes var. 

Hatıramda babaannemin yatak odasındayız. Camın kenardaki yatağa yatmışız ve babaannem beni uyutmaya çalışıyor.  Benim hiç uykum yok. Cin gibi gözlerimi tavanın köşesi saran  örümcek ağına dikmişim. Babaennemin daldığını farkedince tavana doğru üflemeye başlıyorum. Niyetim o örümcek ağını hareket ettirmek. Üflüyorum, üflüyorum, o kadar çok üflüyorum ki sonunda tansiyonum düşüyor bayılacak gibi oluyorum. 

Çocukken hep erken kalkmayı sever hatta evde en erken ben uyanırdım. Büyüyüp de gece gezmelerine başlayınca haberim oldu  sanki benim geceden. O vakte kadar gece hep uyku; hayat ise hep gündüzlerden ibaretti. En serseri zamanlarımda bile ilk uykusu gelen, ilk eve gitmek isteyen hep ben oldum. Kaçta yatarsam yatayım öğlene kalmadan uyandığımdan, o alkollü geceleri akşama kadar uykuyla atlatıp ertesi akşam da çıkmaya hazır kızlardan olamadım hiç. Çıkmadım değil, çıktım ama hep keyifsiz, yorgun ve eve dönmeye teşne. Madem bu kadar mutsuzdum gece uyanık olmaktan;  ne işim vardı peki barlarda, klüplerde? Üstelik alkolün tadını da sevmiyor, biraz fazla kaçırdım mı kolay toparlanamıyordum. Neyin peşindeydim? 

Öncelikle gece henüz genç, ben hala uyanıkken keyfim yerindeydi. Müziği, dans etmeyi, tanıştığım insanları ve onlarla sarhoş olmadan evvel yapılan muhabbetleri seviyordum. Barlar klüpler akşam üzeri açılıp mesela  gece 2 dedin mi kapansaydı, herkes bana uyan saatlerde eğlenip uykum gelince uyusaydı, keşke gece hayatı denilen hayat biraz öne alınsaydı... Gelgelelim yaşım büyüdükçe, aksi gibi, daha geç çıkmak daha da cool sayılmaya başladı. Birinin evinde toplanıp gece çıkmak için gece yarısı beklenir olundu. Sabahlar olmadı :)  

Benim tadım kaçmaya başladı başlamasına  ama bu sefer de ya bir şey kaçırırsam diye çıkmaya devam ettim. Tamam bu gece çok eğlenmedim ama ya yarın akşam çıkmazsam da çok eğlenceli bir geceyi kaçırırsam. Ya o beğendiğim çocuk sırf ben bu gece yokum diye başkasıyla eve giderse. Ya önümüzdeki hafta iş yüzünden çıkamazsam? 

Bu arada çoktan çalışmaya başlamıştım. Artık sabahlarım canım istediği için değil işe gitmek zorunda olduğum için uyanıyor hatta bazı geceleri iş yüzünden uykusuz geçiriyordum.  Bu gece uçuşlarında hayattan ve kendimden nefret etmemek için kendime uyumayı öğrettim. Hiç öğlen uykusu uyumamış ben gece çalışacaksam her işimi ayarlayıp öğlenden sonra kendimi dünyaya kapatmayı, yatağa yatıp, uyku gözlüğü ve kulak tıkaçlarının ardında kendi gecemi yaratmayı öğrendim. Şartlanmam iş ile ilgili olduğundan herhalde, mesela boş olduğum bir gün yatıp da öğlen uykusu uyuyamıyorum. Ama akşam iş olduğunu bilince o uyku saklandığı yerden çıkıp beni teslim alıyor bir şekilde. Başta da dediğim gibi; uykuya dalmayı öğrettim kendime ama uyumaya devam etmek konusunda hala çok çalışmam lazım. 

Bu sabah yogayı halı kaplı odamda değil, odamın olduğu kattaki saunanın mermer zeminli avlusunda yaptım. Yanımda incecik katlanır matım var ama bizim yogamız için fazla tutucu matım. Bu tutuculuğa sadece iki üç harekette ve en fazla da samakonasanada ihtiyacım var. Ama samakonasanada bacaklarımı iki yana açtığımda ayaklarımın ikisi de zaten matın dışınına taşmış oluyor. Dün saunaya girerken burası nasıl olsa boş olur o saatte, belki burada yaparım yogamı demiştim. Demek samakonasana özlemim zihnimin karar alma sürecine çoktan sızmış. Bu sabah kontrolü bıraktım. Başlarken hangi prelüdü yapacağımı düşünmedim. Kurmastanada ayaklarımın arasının açıklığı bana 2. prelüd dedi. Hala aşağı, yukarı veya herhangi başka bir yöne bakan bir köpek ya da çaturanga yapamıyorum. Mayura ve atikranti de haşa, yasak ama bu sabah kendime bir samakonasana ve hanuman kıyağı çektim. Özlemişim. 

Kahvaltıda öğrendim ki bu gece New York'a uçacağım. 
Bugünün planı 0 derece enlemine gitmek. Malum memleketin adı Ekvator. Sonra da 4000 metreye tırmanan bir teleferiğe binmeyi planlıyoruz. Yarın New York'ta artık sonunda bir Ekvador yazısı yazar mıyım dersiniz ? Bakalım bakalım :)