2 Ekim 2017 Pazartesi

Leros’ta karşıladığımız yeni ay ne ara bu kadar büyümüş diye düşünüyorum havalimanın girişinde ayla karşılaşınca. Ayın sokak lambasını andıran bir hali var hani; sanki başını merakla aşağı eğiyor biraz. İşte o zaman açısı sokak lambalarıyla aynı oluyor. Ben kafamı kaldıırıp ona bakıyorum, o boynunu bükmüş bana bakıyor. Ay pardon sokak lambası sandım ben sizi diyorum kendisine. Gülümseşiyoruz.

Bir sonraki karşılaşmamız on sekiz gerçek saat ve beş saat dilimi sonra; ertesi akşam. Gündüzü uçarak yutan bir iş günü sonra Taipei’de ay çoktan daha tombul. Kısa yürüyüşün sonunda otele dönerken sol yanımda kocaman bir reklam tabelası var.



Kafamı kaldırınca aynının çok daha büyük bir versiyonunu bir koca binanın cephesi boyunca aydınlatılmış halde  görüyorum. Yoga  kursumuz için bir uçak, iki tekne ve daha bir sürü başka vesait ile çıktığım bir yolculuktan yeni dönüp daha dinlenemeden bu sefer de iş için bunca saat yol geldikten sonra bu yoga journey lafı hiç hoşuma gitmiyor. Halbuki ben de kim bilir kaç defa kullandım bu tabiri; yoga yolculuğum, benim yoga yolculuğum. Meh!

Nereye gidiyoruz hemşire? Niye bu kadar hazırlanıyoruz, son moda taytlar, son model matlar, bralar, üyelikler, festivaller, ithal hocalar, eğitimler, kamplar, inzivalar…. Ne oluyoruz? Kimseyi tenkit etmek değil amacım, kendime de soruyorum aynı soruyu; nereye gidiyorsun hemşire? Geri dön!

Yolculuk lafının canımı neden böyle sıktığını merak ediyorum, cevap hemen geliyor. Yolculuk deyince ben hemen  bir yere gideceğiz ama sonra eve geri döneceğiz diye düşünüyorum. İş için düştüğüm, tatil için ya da uzaklarda yaşayan yoga öğretmenlerim ile olmak için çıktığım yollardan hep eve döndüm çünkü. Yolda hep daha özgür, daha hafif, daha mutlu hissettim; eve dönüşlerdeyse hep biraz buruk. Eve dönerken bunca yıldır içini doldurduğum kimliğimin gerektirdiği ne ise onu giyinmek zorunda hissettim kendimi. Hep biraz dar geldi o giyisi.

Yoga yolculuğu deyişi bir de yogayı ”orada bir köy var uzakta”  gibi bir yere yerleştirdiğinden sevimsiz geliyor galiba kulağıma. Bana yolculuk deme nolur. Şöyle şeyler duyuyorum: Yoga orada, olduğun yerden uzakta. Yola düş, ona er! Sonra geri dön ve hayatına kaldığın yerden devam et. Varmak istediğin  ferah alan, olmak istediğin rahat Fatma hep o yolun sonunda. O yol aranızda engel. Uzaklık. Mesafe.

Bunlar benim son derece kişisel ve son derece sıkıcı sıkıntılarım.  İç sesim gidilecek bir yer yok deyip duruyor. Bir yere gitme, buraya geri dön. Varılacak bir yer yok. Çok gittin. Hep gittin. Hep kaçtın. Geri dön. Yoga yolculuk değil yolun kendisi diye tekrarlıyorum. İçimde konuşup duran,  görünüşte kimseleri ama en başta kendini hiç beğenemeyen  o ses susunca bunu biliyorum.  Doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor diye düşünmeksizin kulak verip sansürlemeden yazınca bir sürü şey öğreniyorum  o sesten kendim hakkında. Burada böyle kendi kendime konuşuyorum huzurunuzda. Neyse…

Leros’ta yatak odalarımızın kapılarının açıldığı salonu kullandık yoga alanımız olarak. Gün içerisinde Beste ile paylaştığım odama gitmek için o salondan her geçtiğimde hala varlığımızla dopdolu geldi o alan bana. Ayakkabılarımı dış kapıda çıkartıp içeri adım attığım her sefer sanki kutsal bir alana giriyormuşum gibi düşündüm. Son gün kapıda durup son defa içeriye baktığımda artık boştu salon. Yogamız da bizimle birlikte toparlanmış, salondan çekilmiş sanki. Bundan daha güzel ne olabilir, nefeslerimizle bedenlerimizle yarattığımız şey  kadar, yaşam kadar güzel ve kutsal ne olabilir? Bu boş haliyle olduğundan daha geniş gözüken bu salonu bir başka salon ile eşleştiriverdi hemen zihnim. Küçükken ailemle gittiğim, hatta ara sıra bir kaç günlüğüne yatıya kaldığım bir köy evini hatırladım. Kimin eviydi anneme sorsam bilir ama benim hafızamda akrabalar üzerine yağmur yağmış suluboya gibiler…herkes birbirine karışıyor. İki kanatlı evin sağı ile solu arasında, her iki yandan kapıların açıldığı aynı böyle kocaman ve bomboş bir alan vardı. Ben küçük olduğumdan mı öyle kocaman gelirdi o salon bana bilmiyorum ama  bir evin içinde hiç bir eşya olmayan, hiç bir amaçla kullanılmayan böyle bir alana sahip  oluşu beni acayip mutlu ederdi. O  ferah alanın içinde bir uçtan diğerine döne döne koşarak, kahkahalar atarak, dans edip şarkı söyleyerek epey  zaman geçirirdim. Öyle bir ferahlık duygusuna ulaşmak için zamanda bir yolculuk mu yapmam lazım?

Bu yolculukta; yogik yolculuğumu demiyorum, yoga kursuna katılabilmek için yaptığım çok vesaitli fiziksel yolculukta ne çok endişelendim, ne çok içim daraldı bir bilseniz. Ağzımdan çıkan her kaygı cümlesini kulağım duydukça üzüldüm de.

Bu gün kırmızı çadırın kapısında oturduğum günlerin üçüncüsü. Günlerdir en çok duyduğum şey boş konuşmalarım. Boşluğu doldurmak için manasız laflar edişim. O manasız laflarla kendimi hiç istemediğim şeylere bağlayışım. Sıkış tıkış; içimi ve dışımı dolduruşum.

Kafamda bir boş alan yaratmak istiyorum. kalbimde bir başka boş alan. Bedenimde boş alanlar. Hayatımda. Sözlerimin arasında. Sonra içinde kahkahalarla, döne döne koşmak, sadece rüyalarımda yapabildiğim gibi parandeler atabilmek.

Uzundur yazmadığımdan galiba bu yazı böyle birazcık kopuk kopuk. Yarın sabah kalkıp o kopuklukları yoga ile birbirine bağlayacağım. Daracık şekillere girip girip içimde ferahlıklar yaratacağım. Bir yere gitmeden bir hale varacağım. Olan neyse o. Hocamın dediği gibi:  Olan ne ise gerçek o. Ne gerçek ise o oluyor. Burada ve şimdi.

1 Eylül 2017 Cuma

Carmen, Gene ve aramızdaki o şey....

Açık pencenin önüne çektiğim masada oturmuş size bunu yazarken esen rüzgardan ürperiyorum. Pencerenin öteki tarafında  Carmen'in  iyice kabarttığı tüyleri dalgalanıyor. Ne yaz ile ne kış ile bir derdim var şükür ama kalbimin asıl sahipleri baharlar. İlk, son ayırdetmeden seviyorum baharları. Galiba arada olmayı seviyorum, yazdan kışa, kıştan yaza geçerken, ne orada ne burada...in transit... Eylülünüz kutlu olsun sangha. Eylül (aylül daha doğrusu) Süryanice'de üzüm demekmiş. Ondan mı ağzımda bıraktığı buruk tat, bendeki bu eylül sarhoşluğu. Her eylülü Cansever'in Eylülün Sesiyle'siyle karşılarım. O ''bu dünyada cansıkıntısının başka bir anlamı var baylar'' dedikçe can sıkıntıma şefkatli gözlerle bakabilirim bir süre, hatırladıkça bu dizeyi ya da hayat bir dize ile teselli edilemeycek denli ağır gelmeye başlayıncaya kadar. Bizim sanghada şiir, hele de Edip beyler Begüm ile Kemal'den soruluyor. O yüzden içimdeki şiiri buraya koyma  dürtüsünü bastırıyorum. Belki Begüm de bir eylül yazısı yazar, belki başka bir eylül şiiri olur içinde belki de Eylül'ün Sesiyle. Bakalım...

Carmen ve Gene bizim camın önünde yaşamaya başlayalı yaklaşık  iki hafta kadar olmuş olmalı. Seul'den dönmüştüm, güneş tutulmasının ertesiydi penceredeki kumruyu farkettiğimde. İsmini Milo koydu: Carmen. Carmen pek hamarat bir kumru değil sağolsun; daha evvel camın önünde oya gibi, mandala gibi ince işçilikle yapılmış yuvalara ev sahipliği yapmışlığım var da oradan biliyorum. Hamarat değil ama son derece pratik bir kumru kendisi; eh zamane kumrusu demeli belki de, ne de olsa artık devir değişti,  öyle çul çaput toplayıp da yuva yapmakla uğraşmaya belli ki kumruların bile zamanı yok. Bizimkisi camın önünde iç içe duran iki saksının üzerinde gerili olan, nereden bulup da tam da oraya koyduğumu bilemediğim mor (çiçekçilerin buketleri süslemek için kullandıkları türden)  tülü beğenmiş olacak, yuva bellemiş.

İlk hafta camın önünde başka kuş göremeyince Carmen'i single parent zannettim. Terk mi edildi, dul mu kaldı kaldı acaba diye dertlendiğim bir sabah baktım ki cama başka bir kuş kondu. O yan yan yürüyüp yuvaya doğru yaklaşırken ben onun Carmen'in yumurtalarına göz dikmiş bir saldırgan olduğuna emindim. Ben gerilmeye başladım ama Carmen pek de oralı olmadı. Derken yer değiştirdiler, bizimki karşı apartmanın camına uçuverdi. Bu arada benim yumurtaları yiyeceğinden emin olduğum saldırgan da gidip Carmen'in kalktığı kuluçkaya oturdu. Kumruların cinsiyetlerini ayırdedemediğim ve erkek kumruların da kuluçkaya oturduklarını henüz öğrenmemiş olduğumdan önce şaşırıp sonra da heyecanlandım: Allahım, yoksa camdaki kumrular lezbiyen bir çift mi?

Bu devir teslime bir türlüdenk gelemeyip varlığından ancak ilk hafanın sonunda haberdar olduğumuz ikinci kumrunun adını yine Milo koydu: Jean. Sonra ben bir google'layıp erkek kumruların dişileriyle dönüşümlü kuluçkaya oturduklarını öğrenince kız ismi olan Jean'i erkek ismi olan Gene ile değiştirdik. Yani aslında okunuşu farketmedi ama yazılışla erkeğimizin façasını toparlamış olduk.

Öyle işte sanghacığım; Carmen ve Jean ile tanışın. Günde bir kaç defa nöbeti birbirlerine devrediyorlar. Artık bizden bir zarar gelmeyeceğini de anladılar galiba, açık camın önünden geçip  yuvaya doğru  yürümeye çekinmiyorlar. Ya içeri dalıveririlerse diye ürküyorum bazen. Ne zaman yabancı bir kuş gelip pencerenin uzak köşesine konsa daha yuvaya doğru yürümeye başlamadan Gene çıkıp geliveriyor hemen. Kaç defa gördüm başka kuşlara kafa tutuşunu, kahramanım <3 Şimdi bekliyorum ki kuluçka zamanı sorunsuz geçsin,  yuvadaki iki yumurtadan sağlıklı iki kumrucuk çıkabilsin.

Camın benden  tarafında da bir kuluçkadır sürüyor sanghacığım. Bekliyorum. Beklemekle gelmiyor ne yazık ki iyileşme. İş biraz yorucuydu bu ay, iki gece üstüste uykusuz kalınca bayağı yaşayan ölü kıvamında bir kaç gün geçirdim. Onu yapma bunu yapma derken yogamdan geriye yalnızca en zor harelketler kaldı. Hevesim kurudu iyice. Bu sabah hadi canım dedim, hadi bak Leros'a  gidebileceğin de belli oldu sonunda, yavaştan başla tekrar. Hem enerjim yok diye şikayet ediyorsun hem de pili şarj etmek için hiçbir şey yapmıyorsun.

Kaderime boyun edip  ısınmaların ardınan kendimi beş dakikalık vaişakaya ile terbiye etmeye giriştim. Civa çalana, sonra vahnili gualı çök kalklar. Başım dönüyor her kalktığımda, ter fışkırıyor, nefes dersen....nefes...bandha...bandha yapıyor muyum ben bu geçişte yahu? Yoo, yapmıyorum vallahi. Yapayım mı? Yapayım tabi , yapayım da hatırlayayım kas gücüne dayanınca kendimi nasıl boşuna yorduğumu. Yapayım da karnımın içindeki asansör ile tekrar tanışayım.

Velhasıl bu sabah udiyana ile kavuşmuş olduk.  Ve yogayla. Ve yalnızca yoga yaptığım günlerde yazmaya hakkım olduğunu düşündüğüm için uzak kaldığım sanghamla. Ah, bir de asıl kavuşma eylül ile olan benim için, yılda bir defa yaşanıyor. Bayramınızı boşverdim, Eylül'ünüzü kutlarım sanghamu. Zilhicce'nin geri kalanında daha sık yoga yapıp daha çok yazabilmeyi istiyorum. Harika kitaplar okuyorum, astroloji kursuma da zaman ayırmaya başlayabildim sizle görüşmeyeli, her yandan ilham ile besleniyorum. Hayat zor, hayat güzel, hayat zor ile güzelin arasında, nefes alışla verişin arasında, tutuşla salıverişin, Gene ile Carmen'in, sizinle benim aramda, yaz ile kışın arasında, arada, aralarda, geçişlerde, transitlerde çok güzel bir şey var. İşte o da kutlu olsun canım sangha.

24 Ağustos 2017 Perşembe

güneşin güneşliği, benim aylığım...







Güneş tutuldu diye ayılıp bayıldık ya, güneşin bir şey yaptığı yok farkındasınız değil mi? Güneş bildiğim kadarıyla durupduruyor öyle. Milyonlarca yıldır aşağı yukarı aynı yerde (çok çok yavaş bir dönüşü var kendi etrafında diyor kaynaklar), milyonlarca ışık yılı uzağımızda hem de, için için yanıp kavrulmaktan, dünya üzerindeki şu halimize baka baka adeta kendini tüketmekten başka bir şey yapmıyor aslında. Adeta diyorum, yoksa güneş kendini tüketmekte mi gerçekten bir fikrim yok, am ben güneş olsam; galaksinin bir yerlerinde ısısından nemine, atmosferindeki gazlardan toprağındaki minerallere her şeyin böyle mucizevi bir ahenkle bir araya geldiği ve yaşamın filizlendiği bir gezegeni aydınlatıyor, besliyor, ısıtıyor, yaşatıyor olsam, bu şanslı gezegendeki güya akıllı canlıların kurduğu düzeni gördükçe içim yanardı çünkü. Allahtan biz yogiler (ben hariç: ben hala güneşe selam yapamıyorum, üstelik  bu gün gitiğim fizyoterapistim karkottaka ve ardha bhujanganın da üstünü çizdiğinden yine bana hüsran yine bana hasret…) güneşi selamlıyoruz da arayı yumuşatıyoruz biraz. Sırf biz değil tabi;  dünyanın elektriği olmayan sayılı bölgelerinde yaşayıp hala onun hükümdarlığında uyuyup uyananların; güneşle bağını koparmayan çiftçilerin; onların ekip biçtiği güneş boyun eğmiş türlü ekinin, yemişin, meyvenin, sebzenin; yerin altı ve üzerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan binlerce canlının yüzü suyu hürmetine hala orada durup da parlayışı. Bir yemin etmiş, dönemiyor. Bir gün gezegenizdeki bütün hamlar pişene; olmaz ya, herkesler aydınlanana  kadar yeri başımızın üzerindeki yeri sabit.

Bizim halimiz ise bence daha çok (Musti Sandal’ın muhteşem dizelerinde dile getirdiği ve Onurcuğumun da daha evvel bahsettiği üzere) aya benziyor. Bir kere hareketliyiz.  Ay burçtan burca, biz duygudan duyguya koşuyoruz, durduğumuz yerde duramıyoruz bir türlü. Bir aydınlığız, bir karanlık, arada da halden hale giriyoruz ya; hiç biri nihai olmuyor. Tam aydınlanıcaz, bir gülme,  ah keşke gülme olsa yahu, çoğu zaman da  bir ümitsizlik, bir melankoli, bir inançszılık, vazgeçiş, kıskançlık, kıyas, üzüntü artık sizin şeytanlarınız hangileriyse bir haller geliyor;  peşinden de ışık çekiliyor, küçülmeye başlıyoruz.

Ay nasıl güneş ile kurduğu ilişki ile ifade buluyorsa göklerde biz de başkaları ile ilişkilerimiz ile tanıyoruz ben’imizi. Astrolojik olarak da en çok güneş burcumuzla tarif etmeye alışkın olsak da kendimizi aslında daha çok ay burcumuz gibi davranıyoruz. Bize kolay gelen o oluyor.

Bir de kendimizi küçümsediğimiz gibi ay’ı da küçümsüyoruz sanki. Özellikle de  güneş tutulmasından bahsederken. Yahu  mini minnacık ay, gidip koskoca güneşin önünde durmaya cesaret ediyor, babasının tam kalbine nişan alıyor icabında 🙂 biz hala güneş de güneş diye tuturmuşuz… Bence güneş tutulması yerine başka bir ad bulmalıyız, ay tutması diyeceğim ama o da çok otobüs tutması gibi geliyor kulağa 🙂 Keşke ayın daha çok onurlandırılacağı başka bir isim koysak bu muhteşem seyirliğe.

Şaka ediyorum tabi, hoşuma gidiyor kendimce komik böyle şeyleri size yazmak ama her şakadaki gerçek payını da teslim edesiniz istiyorum.

Yoga ben olsam da olmasam da orada, öyle güneş gibi  sabit duruyor; aydınlatmak, ısıtmak, pişirmek, değiştirmek, dönüştürmek üzere. Sonra ben çıkıyorum sahneye, bütün aylığımla ben. Çok değişiyorum, bir çok iyi geliyor yoga bana bir çok kötü, bir o hocaya yanaşıyorum bir bu hocaya (pre-shadow zamanlarımda tabi), bir kat daha soyunuyorum ısındıkça, ay hiç beğenmiyorum o alttan çıkanı, gördüğüme göreceğime pişman oluyorum, bir süre karanlıkta kalayım daha iyi diyorum. O da uzun sürmüyor, haydi sil baştan. Bazen de işte şu sıralar yaşamakta olduğum gibi; yogamla arama giriyorum. Omzumu, kalçamı, minicik, ufacık bir yerimde bir kası, bir siniri sokuyorum yogayla arama, sakatlanıyorum, tutuluyorum. Tıpkı küçücük ayın koskoca güneşin önünden geçerken ışığına engel oluşu gibi, kendi kendimi yogamdan mahrum bırakmış oluyorum kendi elimle.

Bir de biliyorum, kendimi aya bu kadar benzetsem de,  ay olduğum  kadar güneşim de aslında…aslımda….Ha ve tha…ikisinin arasındaki dengeyi bulmak. Ay duygusallığım ise güneş hem irademin ateşini yakan güç, hem de farkındalığın ta kendisi.

Dördüncü ayımız kutlu olsun sanghamu. Kolay değil bir hocanın huzuruna çıkma heyecanı ya da bir sınıfın, dersin dayanağı olmadan üç ay (bendeniz için biraz sakat ve aksak ritimle de olsa) her sabah güneşin huzuruna çıktık. Bu kendine çıplak gözle bakmak demek, acıtıyor bazen. Bunu beraber başardık. Hem aylığımız, hem güneşliğimiz kutlu olsun, eksik kalmayalım ikisinden de.  Size iki hediyem var, biri yazının başındaki fotograf. 2015 Mart’ındaki tutulmada kendi elcağızımla çektiydim. Amerikanya’dan dönüş yolu üzerinde gerçekleşmişti tutulma, aşağıda İskoçya’nın kuzeyi seçiliyor. Tutulmadan evvel uzun uzun da kuzey ışıklarını sunduydu cömert kainat seyredelim diye. Dünyanın sihrine hayran, dolu gözlerle izlemiştim.

İkincisi ise bir şarkı. Sing to the moon. Bu ay da beraberce Ay’a şarkımızı söyleyelim.

İyi ki varsınız! İyi ki ben de varım!

17 Ağustos 2017 Perşembe

illa ice bucket challenge mı olsun?

Birkaç yaz evveldi; bir ice bucket challenge modası vardı hani, hatırlıyor musunuz? İnsanlar buzla karşık  bir kova dolusu suyu başlarından aşağıya döktükleri kayıtları yayınlamaya başlamışlardı. Amerikada pişip, doğu kıyısından batı kıyısına varmadan evvel küçük Amerika’mız, canımız memleketimize ithal ediliveren bu moda da neyin nesi diye düşünmüştük. Manası kendinden sonra ulaşmıştı, şimşekten biliyoruz: önce görür sonra duyarız. Meğer ALS hastalığına dikkat çekmek içinmiş. Sadece kafandan aşağı buzlu su dolu kovayı dökmekle bitmiyormuş iş; bir araştırma fonuna para bağışlamakla tamamlanıyormuş diye öğrendik. Kimler bağış yaptı kimler videolarını çekip eğlencelerine baktı; kimler yardım için, kimler ıslak beyaz t-shirtlerden memeleri göstermek için katıldı bu furyaya onu bilemeyiz tabi ama bu sayede bir dolu ünlüyü ebleh halleriyle izlemiştik. Nereden çıktı şimdi ice bucket? Şuradan: Yahu, geçen ay kafamıza buzlu yağmurlarını tüküren allah baba bize bir ice bucket challenge yapıyor gibi değil miydi? Alooo, ordakiler, farkına varın artık; bir şeyler yanlış gidiyor. Emanete hıyanet ediyorsunuz. Huuu! Aşağıdakiler, size diyorum!!! Mesajların her türlüsünü görmezden gelmekte usta olan, kulak arkası ede ede kulaklarımızın arkasında kişisel mesaj çöplüklerimizle yaşamaya alışkın hale gelen bizlere, anladığımız dilden, korkunun dilinden konuştu sanki. Soğuk bir duş almak yetmiyor ayılmamıza, öyleyse İce bucket challenge!!! Devrilen ağaçları gördükçe içimiz acıdı. Kuşlar, kediler, evi doğa olan bütün hayvancıklar telef oldu. Bir de hepimiz ürktük, korktuk. Uzun zamandır korkunun dili egemen gezegenimizde. Düzenin dili korku. İşin kötüsü korktuk diye bir şey de yapmıyoruz. Donduruyor bizi korku. Değişim zor. Çarklar dönüyor. İçinden bir çıkan, bir de çıkmayan pişman.

İyicene içimizi kararttım ama bir de şu var: Dışarıda işler böyle de içeride çok mu yolunda? Üzerinde yaşadığımız gezegen bu haldeyken ruhlarımızın kişisel gezegenleri, bedenlerimizde neler oluyor? Sizi bilmem ama bende durum pek iç açıcı değil arkadaşlar. Mayıs ayından beri bir omuz ağrım var, yazıyorum kendisini bol bol buraya. Mayıs ayından beri demek ne derece doğru onu da bilmiyorum. İlk defa üç yıl kadar evvel hisettiğim, o günden beri boyun düzleşmesinden fıtığa, o da olmadı fibromiyaljiye uzanan çeşitli teşhisler konan ama hiç biri olmadığını içten içe bildiğim; masajlar, bardak çekmeler, saunalar, buharlar, yakılar, buzlar, ilaçlar velhasıl fiziksel ve ruhsal her türlü terapiye nanik yapan bu rahatsız hal mayıs ayında zirve yaptı diyeyim. Yaz tatilimin üçüncü günüydü teşrif ettiğinde, koca yazı sol omuzumda geçirdi. Tam iyileşecek diyorum, başa sarıyor….

En son yogaya iki hafta ara verdim ki iyice dinleneyim. Hoş, zaten mayıstan beri koluma, omzuma yüklenecek hiç bir şey yapmıyordum ya, yine de yorgundum, durmak gerekliydi. Karpuz yata yata büyür ama ben karpuza değil gerçek bir yogiye dönüşerek büyümek istediğimden bu kadar yatmak yeter deyip yogama dönmek için gün sayıyorum.

Bir evvelki gün, dördüncü gün yogasıyla açılışı yapmak vardı aklımda ama oyalandıkça oyalandığımı gören, akşamüstüne bıraksam dediğimi duyan birileri ; canım anlaşıldı sen bugünü heba edeceksin, iyisi mi bir uç da gel dermiş gibi, çalan telefonla bir uçuşa çağrıldım. Yoga da düne ertelenmiş oldu anlayacağınız.

Dün gölge savaşçısının dönüşü isimli prelüdümüz ile başlayıp, bolsterlı yer hareketleri ile biten çalışmamın ardından bir gati de oturayım dedi. Saati ( aplikasyonu yani) kurdum. Nefesimi izlediğimi sanıyordum ama baktım bütün dikkatim toplanmış, bir ok olmuş. Onu izleyince sol omzuma vardım. Planlamamıştım bunu şaşırdım ama izlemeye devam ettim. Çok uzun sürmeden, çok vakti yoktu zaten, 24 dakikanın neresindeydik bilmem, konuşmak istediğini anladım. Hani bazen birinin dolduğunu hissedersiniz. Görürüsünüz. Niyetiniz olmasa da, abuk olduğunu bilseniz de (bu kişi bir yabancıysa mesela) bir soru gelir dilinizin ucuna. Cevabı duymak istemeseniz de, canınızın yakacağını bilseniz de ya da ne bileyim belki de cevap zerre kadar umrunuzda olmasa da o soru ağzınızdan çıkar. O soru dillenmek için sizi seçmiştir. Başka yolu yoktur. Ben öyle pek omzumla, kalçamla falan konuşabilen biri değilim. Konuşulamaz diye değil, onlar dilsiz diye değil, bu durum abuk diye değil. Daha evvel denedimdi, Melis demişti konuş onunla diye; sordum da ama cevap falan alamadım. Belki soramadım, belki cevabı duyamadım, belki zamanı değildi. Ama işte dün o soru ağzımdan çıktı, ben bir şey yapmadan çıktı: Sen kimsin? Ağrım, ya da ağrılı omzum cevap verdi: O benim kaygımmış. Ne kaygısı dedim, gelecek kaygısı dedi. Ben bu cevabı anlamaya çalıştığımı sanıyordum ki birden kendimi inanılmaz ağır hissetmeye başladım. Oturur haldeyim; ellerim ağır, kollarım, bacaklarım, kanım ağır, tenim, saçlarım…. Sedece ağır değil büyüğüm de. Kocamanım, bir devim. Ağır ve sıcak bir şeyle dolu bir kazanın içinde eritmişler sanki beni, bir kamyonet kasasını dolduracak denli genişliyor bu ağır ve yoğun varlığım. Sanki her hücremin üzerinde defalarca ağırlaştırılmış bir atmosferik basınç hissediyorum. Allahım ben bu hissi o kadar iyi biliyorum ki; çocukluğumdan tanıyorum bu hissi, bunu ilk duyuşum değil, eminim. Bu, hayatı taşıma alışkanlığım olabilir mi benim? Her şeyi sırtlanışım, yüklenişim böyle mi hissediliyor ruhumda. Bu ne zor bir varoluş…

Yoga nidradan alışık olduğum bir egzersiz var, vücüdunda hafif bir his buluyorsun. O hafif yerden bedenine bir hafiflik yayıyorsun. Tüy gibi, pamuk gibi hafif. Zıt kutuplarda götürüp getiriyor seni dış ses yoga nidrada. Bİr hafif, bir ağır; bir sıcak, bir soğuk.

Öyle zor geldi ki o ağır halde durmaya devam etmek, kalmak da istemiyorum, kalkmak da. Bekliyorum geçmiyor, daha kalabilir miyim böyle kestiremiyorum. Bedenimde bir hafif yer bulabilir miyim diye düşündüm bir an. Yoga nidradaki gibi. Taradım, taradım, yok. Zihnimden yoga nidra geçti diye galiba, bir an hocam Beatrix’i düşünmekte olduğumun farkına vardım. Hemen sonra da o ağırlık hissinin geçtiğinin.

Sarsıcı bir deneyimdi, bir nevi ice bucket challenge. Meşazı aldım 🙂 Anladım. Tamam. Bilmiyordum. Bu kadar ağır olduğunu bilmiyordum. Ya da daha hafif olunabileceğini mi bilmiyorum esas acaba?

Bu sabah güce adım prelüdünün bir kısmını yaptım. Omzumda buz torbasıyla size bunları yazıyorum. İstanbulda hava bir açıyor, bir kapıyor. Dilerim yine aynı küçük kıyamet yağmaz başımıza bugün. Ne içeride, ne dışarıda. Sizi kulaklarınızın arkasını bir yoklamaya davet ederim, belki sizin de duyup oraya attığınız bir şeyler vardır. Oradan bir şeyler çıkartırsınız. Buz kovası olup da başınıza yağmadan çıkartırsınız belki oradan bir şeyler. Bir ağrı olup bir yanınıza yerleşmeden. Bunu yürekten dilerim.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

çünkü sevmek en kolay...

Dün gece yatmaya yakın içimde bir yazma hevesi şırıl şırıl nehir oldu aktı. Uyuyuncaya kadar neler neler yazdım zihnimin hayalı daktilosunda. Rüyalarım da bir renklendiler birkaç zamandır. Dün de rüyamda harıl harıl anlattım, kendimi ifade edebildikçe keyiflendim, çoştum. Sabah kalktım o şırıltılı nehir hala akmakta, hala diyecek lafı var. Kendini anlamak ve anlatmanın, içerideki ve dışarıdaki hayatı aktarmanın zevki sürüyor. Neden böyle olduğunu tahmin edebiliyorum. Son dört gün biri Murat Gülsoy ikisi  Ayfer Tunç’a ait üç kitap ile geçti. Onları okudukça benim içimdeki anlatma canavarı uyandı. Ağzını şaklata şaklata bekledi ki ben oturup da yazayım. Ama işte bir türlü oturup da yazmadım. O da seni mi bekliycem dedi zaar, sen ister kayda geçir ister geçirme yavrum ben yazıyorum. Dün akşam o gazla başladı konuşmaya. Sanki kafamın içinde biri bana birşeyler dikte ettiriyor, hızına yetişemedim.

Yazmak biraz gazoz gibi sanki. Şişenin kapağı açılınca hemen kafana dikmezsen gazı kaçıyor. Aman nasıl olsa hatırlarım dememek lazım, hatırlanmıyor. Tadı değişiyor. Şu deli defterini tutmaya üşenmemek gerek.

İlk iki paragrafı okuduktan sonra yazının sonuna varınca aman bunu mu anlatmak için çağlıyordu için diyeceksiniz diye korkuyorum. Hayır, başka şeylerdi dün beni o kadar heyecanlandıranlar ama işte şimdi elimizde bunlar var. İdare ediniz.

Uzundur kurmaca okumaya ara vermiştim. Yoga ile ilgili, psikoloji ile ilgili olmayan okumalara burun kıvırır olmuştum bir süredir. Hele de yoga ile ilgili okumalarda bir eşikten geçtiğimi,  on yıl evvel okuduğumda bir şey ifade etmeyen metinleri anlayabilmeye başladığımı ayrımsayınca bütün vaktimi ona adamalıyım diye kendimi şartladım belki de. Vazgeçmek de istemiyorum yoga okumaktan. Önemsiyorum. Ama kurmaca okumak da öyle keyifli geliyor ki şu sıralar, o yoga kitaplarına canım azıcık yana kaykılın da şu romanlara yer açın diyorum artık, saygıda kusur etmeden diyorum aman yanlış anlaşılmasın. Sonra bütün bu okuma eylemine bir de yazmayı eklemek için başka başka yerler açmak lazım geliyor hayatta. Bir şeyler tasnif edilecek, ayıklanacak, atılacak ki yer açılsın. Benim hayat zaten sıkış tepiş. Yazları eksik olmayın hepiniz bir yerlere gitmek istediğiniz için biz de evde oturamıyoruz. Bir aya üç kıta, onlarca şehir sığıştırıyorum, araya dostlar, arkadaşlar, aile. Bazı sabahlara yoga ve meditasyonlar bazılarınaysa ağrılar ve üzüntüler. Bir omuz hastalığı; hala geçmeyen ve bu amaçla görülmeye devam edilen doktorlar, terapistler, masajlar. İleri, geri giden gezegenler, büyüyen, küçülen, tutulan güzelim ay, gökyüzünde değişen açılar, bakışımda değişen açılar; heyecanlar, hezeyanlar, bunalımlar. Bir de astroloji kursu var parasını ödeyip de henüz kapağnı açmadığım. Sonra bir Suzan ve Levent var; ne zamandır ben hikayelerini yazayım diye bekliyorlar.

Ben de bekliyorum. Bir süredir bir yanımı anlamayı bekliyorum. Çok uğraştırıyor. Bekliyorum. Zihnimdeki bu yoğunlaşma tamamlansın, dönüşsün de bir yağmur olsun bu düşünce; bedenime insin ve ben de artık onu bir his olarak tarif edeyim. Edebileyim. Daha fazla düşünmeden hissederek anlayabileyim onu. Daha olmuyor. Olmadıkça kendime yükleniyorum, yüklendikçe inadına daha da olmuyor.

Geçen uçakta dizlerimin üzerine çökmüş bir şeyleri kontrol ederken önce kendi kendime dedim, sonra yanımdaki kıza tekrarladım: ben bu işi seviyorum. Yorgunluktan gebersem de, gözümden uyku da aksa seviyorum ben bu işi. Sevmeden yapılır iş değil zaten de işte yirmi yıl sonra hala heyecanlanıyorum ben önümüzdeki ayın programı için.

Dün yatmaya yakın yine bir sevgi seli yaşandı hayatla aramda. Sevmeyi seviyorum ben dedim. İş bahane. Sen de bahanesin sevgilim. İçimde çağlayan bu sevgi çoşa çoşa akmak, dünyaya, insanlara katılmak istiyor. Aslında sevgimin huyunu değiştirebilmeyi isterdim. Gözü dışarda. Keşke hemen dışarıya, başkasına katılmak istemese de önce içimde dolaşsa şöyle güzel güzel, uslu uslu. Büyük P’li Prana ile sulasa önce buraları, şuraları. Yıllardır beğenmediğim vücüt parçalarımı, ruh parçalarımı bana katsa, gidip hemencecik başkasına katılacağına. Böyle küçük ve heyecanlı bir çocuk gibi koşa koşa sevmese de artık biraz yavaşlasa, sakinleşse, durulsa. Yetişemiyorum bu sevgi seline ben. Üstelik sel diye boşuna demiyorum akıp giderken benim sınırlarımı da yerle yeksan ediyor sağolsun. Ben dağılıyor bu akışın içinde, sen de kalmıyor. Doğası bu, nasıl kızayım ona? Bu vahşi sevgimi nasıl ıslah edeyim. Başlığa şarkıyı yazdım çünkü gerçekten de sevmek en kolay. Hatta bazen benim için sevmek işin kolayına kaçmak mı diye düşünüyorum son zamanlarda. Çünkü haklıyken bile kızgın olmak, sevmemek öyle zor geliyor ki…anlatamam.

Bilemiyorum işte sanghamu. İki hafta oldu yoga da yapamıyorum üstüne üstlük. Bu Zilkade ayı canıma okudu. Google sağolsun, anlamına baktım: Cahiliye devri Arapları tarafından hurmaların olgunlaşması, hasadın toplanması anlamında kullanıldığı da yazıyor, oturmakla geçen ay, oturma zamanı demek olduğu da. Oturdum bu ay, bak o doğru. Yarın artık kırmızı çadırın 4üncü, zilkadenin 23üncü günü ve bu kadar oturduğum yetti deyip elsiz kolsuz yogama geri döneceğim. Hurmaların olgunlaşmasına gelince, içeride ve dışarıdaki bu kadar ateşin o hurmaları pişirmiş olduğundan şüphem yok. Yarın yoga olurken o beklediğim yağmur yağar belki. Belki  sevgim içimde daha evvel akmadığı bir yola girer, besler kendini. Belki de hiç bir şey olmaz. Varsın olmasın. Nasıl olsa sevmek en kolay.

1 Ağustos 2017 Salı

revizyon 01

Ne zaman birinin  ''akıl dağıtılırken sen neredeymişsin'' deyişini duysam hayalimde dünyaya yollanmadan evvel, bir aşevinde yemek sırasında beklermiş gibi sıraya girmiş  ruhlar ve sırası gelenin kabına (kafatası?) bir porsiyon akıl koyan biri canlanır. Bu biri yaradan değil tabi, o daha önemli mevzularla meşgul olmalı.

Bu akıl sırası gibi başka sıralar da hayal edilebilir değil mi? Mesela ben şu son hafta iyice emin oldum ki dharma ve karma dağıtılırken ben sıranın en önündeydim, hatta sırada sabahlamış olma ihtimalim de çok yüksek. Hani eskiden konserlerde kapı önlerinde saatlerce önceden kamp kurardık ya! Ya da daha gençler de anlasın diye şöyle diyeyim; hani apple iphone'un bir üst modelini satışa çıkaracağı zaman dükkana ilk girenlerden, yeni sürümü ilk alanlardan olmak için gecenin bir körü sıra sıraya girilip  bekleşiliyor ya; işte öyle bir bekleyiş.

Vakit gelip de dağıtım başlayınca heyecanla atlıyorum: Evet saygıdeğer görevli, bana bol bol verin artık o görev mi, ders mi, o neyse ondan. Zor bir baba, oh evet verin! Zor bir anne mi, lütfen çekinmeyin, bol bol alayım. Başa çıkması zor bir kendilik hissi mi, ayıp etiniz, bana koyar mı! İş mi, amaaan ; düzenlisini herkes yapar siz bana şöyle en düzensizi, en meydan okuyucusundan verin!!! Bu kadar yükü kaldıracağımdan emin değil misiniz? Bakın şimdi çok üzdünüz beni: telafi etmek için iyisi mi ben sevgililerin de en zorlayıcı olanlarından alayım. Bakın şu kendini sevme, kendine güven falan gibi şeylerden fazla koydunuz, birazını bırakıp yerine kendini kıyasıya eleştirmeden alsam diyorum. Bir de şu herkesi mutlu etmeye çalışmaktan irice bir tutam alabilir miydim size zahmet. Ne? Ne halim varsa göreyim mi? Heheh, görürüm tabi sayın yetkili! Challenge accepted. Merak etmeyin, herşeyi hallederim ben. Haydi, bir dahaki sefere görüşmek üzere!

Böyle yaptığıma eminim çünkü burada, dünyada da aynı kafa yapısını sürdürüyor, kendime yüklendikçe yükleniyorum. Dinlenmelisin diyenlere cevabım: ya dinlenmek demeyelim de daha az çalışmak diyelim ona (true story). Dinlenmek o kadar ters ki bünyeme, kelimesine bile kabul edemiyorum. Bir şey mi yapılacak ya ben yaparım ya da yapamadığım (yetişemediğim) için kendime dünyayı suçluluk duygusuyla zindan ederim.

Misafir hocamız kursta bir ara herşeyin bir vakti var dedi. Bir çalışma vakti, bir dinlenme vakti, bir özümseme vakti gibi… Bakın, eğer hep aynı vakitte takılıp kalmışsanız bir şeyler ters gidiyor demektir. Yoga zıtlıkların arasında dengede kalmayı araştırmaktır. Bunları ders notlarına bakmadan yazıyorum, belki bambaşka bir şey söylemiştir de benim aklımda bunları uyandırmıştır; zan altında bırakmayayım kendisini.

Bir süredir (son on yıl mesela?) ben sürekli koşturuyorum. Derse, dersten uçuşa, uçuştan eve… Evde de işleri birbiri ardına ekliyorum hep. Aman derli toplu olsun, aman yemek de yapayım, aman iki gün sonraya bu lazım olur hazır edeyim, aman şu, aman bu… Yani aslında aman ben durmayayım, dinlenmeyeyim de ne yaparsam yapayım. Daha evvel de yazmıştım; zihin için bedeni feda etmek diye. Kafam rahat etsin diye bedenimi sürekli işlere koşmaktan bahsettiğim o yazı da bu yazıya gebeymiş demek ki.

Geçen yeni aydan sonra öyle çok çalışmam gerekti ki sistemim çökmeye başladı sanki. Şükür hasta falan olmadım ama olmayacak yerlerde ağrılar başladı, duygusal durumum İstanbul'un efsanevi tayfununa tutulmuştan beter. Gönlümce yoga yapacak zamanım olmadı ya olsaydı da halim yoktu be sanghamu. Bu bir haftalık süreçte belki iki ya da üç sabah yine de erken kalkıp elimden geleni yaptım. Bu da ayrı bir meydan okuyuş tabi. Sen içinin gittiği bir kurstan yeni çık, bir sürü şeyi yapmayı, fiziksel olarak güçlenmeyi hayal et üzerine böylesi bir fiziksel çöküş yaşa…

Çareyi yeni ay kararlarımı revizyona sokmakta buldum sanghacığım. Bu ay döngüsünün geri kalanında ve bu gün adım attığımız sayın Agustus'un ayının 31 günü boyunca ben dengede olmayı ve bedenimin iyileşmesini, gücüme kavuşmayı deneyimlemek istiyorum. Bu niyetimi merkezimde bir mum gibi yakıp her yaptığımı bu mumun ışığında yapmayı denemeyi bekliyorum kendimden.

Bu sabah erken uyanmadım ama geç diye de kaytarmdan ikinci prelüdün büyük bir kısmını yaptım. Tekrarlarla, hissederek. Yormadan ama tembelliğe de kaçmadan. Asanalardan sonra da oturdum uzunca. Bir yerde gözlerim kendiliklerinden açıldılar. Öyle olunca zorlamadım kalktım artık.Burçe gibi ben de sizlerden ses duymaya alışmışım. Yokluğunuzu hissediyorum.  Ben ses edeyim de belki siz de edersiniz diye oturdum bunu yazdım şimdi. Ay gökyüzünde hala büyümekteyken; ben de büyüyorum onunla. Herşeyin bir vakti olduğunu kabul ederek, herşeyin bir vakti olmasına izin vererek…

24 Temmuz 2017 Pazartesi

neye niyet? hangi istikamet?

Dört günlük bir kursa gittik, kafamız da kalbimiz de açıldı da ben son zamanların en büyük dersini yine hocamdan aldım dün. Kısacık bir cevabının içinden süzülen aydınlık, gölgelerimden birinin daha irice bir parçasını  yuttu, yok etti. Gölge de olsa insan yıllarca kendi bildiği bir parçasına tutunuyor. Değişmek istiyorum diye kendimi paralasam da bir yandan yengeç gibi asılmış bırakmıyorum.

Guru bu mu oluyor sangha? O da benim gibi karanlık bir yerden çıkmışsa da yola, artık daha aydınlık bir yere varmış. Oradan konuşuyor benimle, onu yansıtıyor. Onun o aydınlığıyla olmak ondan mı bu kadar güzel? Bazen gölgelerimiz, bazen yolumuz biraz daha görünür oluyor onun varlığında. Ay nasıl konumuna göre başka başka şekillerde alıp yansıtıyorsa güneşin ışığını, belki bizler de her neresindeysek yolumuzun ona göre bir yerimize düşüyor o ışık. O yüzden her kurstan, dersten, birliktelikten her birimiz başka başka şeyler öğrenip ayrılıyoruz.  Bazen de işte uzaktan bir mum yakıyor.

Bana iş yerinde hep “ay ne güzel sizin hiç egonuz” yok diyorlar sanghacığım. Bu bir iltifat olmadığı gibi mümkün de değil. Evet ben belki onların alışık olduğundan farklı biri olduğumdan böyle söylüyorlar ama bunun egomun olmamasıyla ilgisi yok. Olmaz olur mu hiç egom?  Üşenmesem de bana bunu söyleyen herkese Hocam’ın şu yazısını okutabilsem keşke. Benim egom sansar sinsiliğinde. Hepimizin istediği sevgi ve kabullenme ise benim egom farkına varmış ki bağırıp çağırmakla olmuyor bu iş. Onun yerine “şirine” yi oynuyor. Baştan veriyor da veriyor; sevgi, anlayış, hediyeler, alan, özgürlük. Kaz gelecek yerden tavuğu esirger mi hiç! Çakal! Sonra ama, işler beklediği gibi gitmez de bu yatırımlarının karşılığını alamazsa önce kendi burnundan getiriyor sonra da gücü yeterse karşısındakinin icabına bakıyor.

Bu çakal ego bir de derme çatma çadır kurmuş; ne zaman biri onu hedef alacak olsa elimden tutup beni de sürükleyerek soluğu orada alıyor. Bir  mağaram vardı ya benim, meğer bir de çadırım varmış ha sangha? Güya içine girince korunuyorum. Halbuki ego sadece beni değil kendi konumunu korumaya çalışıyor o çadıra girip de. Değişmek istemiyor, saklanıyor, alındım diye kandırıyor, mızıklanıyor. Onun çakallığı her birimizin içindeki bilgelik karşında sökmüyor elbette. Orada kalmaya devam edersem öğreneceğim her ne ise onunla arama bu çadır engelini koymuş olduğumu biliyorum. Bilgi egonun o yalandan alınganlığının çadırını (alınganlık egonun en sevdiği kandırmacası galiba) aşıp da dokunamayacak bana ve  ben  direndikçe hep öğrenmem gerekenle arama girecek bu çadır.

Yıllarla o yalancı korunma/saklanma yerinde kalma sürem daha da azaldı fakat henüz hala ve illa bir girip çıkıyorum bir oraya. Ama içeriden her çıkışımda yeni bir şeyi anlamış oluyorum. Çadırı biraz dağıtmaya, bozmaya da girişiyorum her seferinde.

Velhasıl dün yine kısa bir an oraya geri girdim. Çıkışta ne öğrendin derseniz sangacığım; niyetimin ne olduğu sorusunu pusulam yaparsam istikametimle ilgili kafa karışıklığımdan kurtulabileceğimi öğrendim.

Egom çakal demiştim az evvel. Hep bir ilgi, bir iltifat istiyor. Almak için vermek en kötü huylarından biri. Eğer her edimimde niyetim ne diye sormaya korkmazsam bu yüzleşmeler dramatik haller olmaktan çıkıp bana yol göstermeye başlayacaklar, biliyorum.

Ben bu yeni ay için bir kart çekmiştim. Hani şu çeşit çeşit kart desteleri var ya; meleklerden mesajlar, tanrıçaların gizemi  falan… İşte o tür bir destem var ve çok nadir de olsa arada bir kart çekesim geliyor. Kartların verdiği mesajlar da olumlu olduğundan arada açıp okumak için bile güzeller aslında, eğlenceliler de. Bazılarınıza çok boş ya da new age gelebilir; ona da diyecek lafım yok. Neyse; bu yeni ayda neye niyet edeceğime ilişkin bir yol gösterir diye çektiğim kart ”İntention” dedi. Ben de ona; e be canım ben neye niyet edeyim diye sana soruyorum, sen kalkmış bana neye niyet edeceğine dikkat et dikkat et diyorsun, anlaşıldı senden fayda yok dedim.  Kartın mesajı: Gayelerin (niyetlerin) deneyimlerini belirler. Gerçekleşmesini istediğin şeyler neler? Düşüncelerinin ve duygularının gerçek niyetlerini yansıttığından emin ol!  Tamam, olurum!

Hehheh, meğer hafife almışım kartı. Mesaj dün bir daha geldi: Hocam çok güzel sordu. Ne niyetle hareket ediyorsun? Ne niyetle yoga yapıyorum, ne niyetle yazıyorum, dilediğim şeyleri neyi almayı bekleyerek diliyorum? Hangi gölgemi beslemeye, hangisini yok etmeye hizmet ediyor eylemlerim. Birine bir şey verirken ne amaçla veriyorum? Bir şey beklediğim için mi? Verilen benden hiç bir şey eksiltmeyen bir şey olsa dahi (mesela bir yakına bir nasihat), eğer bu verişin karşısında bir alış (iltifat, mertebe, sempati, sevgi) beklentim varsa hala vermeli miyim?

Kafamda bu soruları demlenmeye bıraktım sanghacığım. Bir yandan aklımda başka bir ışık kaynağından öğrendiğim şu bilgi var; işim kendime bir şey eklemekten ziyade beni ben olmaktan alıkoyan engelleri ortadan kaldırmak. Az evvel bahsettiğim beklentiler beni ben olmaktan alıkoyan engeller değiller mi? Öyleler galiba.

Dün niyetlerimi yazmıştım. Sonra bu içgörüler ışığında tekrar kontrol ettim onları, ego ne kadar sızmış içlerine diye baktım. Neyi ne amaçla arzu ettiğimi tarttım tekrar. Hepsi sindi içime.

Kendi niyetlerimi kendime saklasam da hepimiz için ortak dileğim; bu ayın içinde attığımız her adım bizi yogamızın , nefesimizın, kalbimizin, bilgeliğimizin derinine doğru taşısın. Dilerim bu yola baş koyan herkes bir gün dışarıdaki  ve içirdeki hoca, usta, guru, adı ne olursa olsun o ışık kaynaklarıyla buluşabilsin. Yeni ayımız da sanghamız gibi içimiz açsın. Ay bir de Yaz Sıcağı çok satan bir kitap adı olarak kalsın, ağustos biraz cool olsun yahu, olmaz mı :)