13 Ekim 2014 Pazartesi

a tribute

iki yıl evvel. mey ile eğitmenlik eğitimimiz biteli altı ay olmuş. ekimde on günlük bir iznim var. eğitimden arkadaşım burcu'yla tatil planları yapıyoruz. ben kurs bittiğinden beri şimdi ne yapmalı da daha çok öğrenmeli, daha da derinleşmeli yogada diye düşünüyorum. burcu'ya yurdışında bir yerlerde bir kurs bulsak da gitsek diyorum. ikimiz de biraz araştıyor ama bir şey bulamayoruz. benim aklımda şahsen tanımadığım ama bloğunu okumayı çok sevdiğim yoga hocası defne suman'ın yoga öğrenmeye başladığı hocalarına gitmek var. tayland'ın bir kasabasında yaşıyorlar ve bir haftalık kurslar veriyorlar. burcu'ya teklif ediyorum ama o anda ikimiz için de bali'ye, tatile gitmek daha ağır basıyor. ama sonra nasıl oluyorsa burcu bali bileti bulamıyor ve belli oluyor ki ben bu tatili yalnız yapacağım.  sonra eylül sonu gibi defne suman'ın facebook sayfasına bakarken buluyorum bir gün kendimi. o sayfaya nereden düşmüşüm bilmiyorum, arkadaş değiliz facebookta. bir link paylaşmış; pancho ve beatrix'in bir haftalık kurslarının linki. gidin, diyor, kendinize asla pişman olmayacağınız bir hediye vermiş olacaksınız. tarihlere bakıyorum; ekimin on beşinde başlayacak kurs benim o on günlük iznim için biçilmiş kaftan. kursun adı '7 day yoga intensive course'. hemen mail atıyorum: 'merhaba, ben istanbuldan yazıyorum...kursunuzdan defene aracılı.....'

iki yıl evvel. ekimin on dördü.  kulaklarımda koca bavulumu çakıl yolda çekerken çıkan ses. yorgunum. aksi gibi yola çıkmadan iki gün evvel merdivenlerde düşmüşüm. sol ayak bileğim mosmor ve davul gibi. gitmesem mi diye düşünüp, gelmesem mi diye sorduğum pancho 'gel, fiziksel olarak bir şey yapamasan da çok şey öğrenebilirsin. üstelik burası iyileşmek için çok güzel bir yer' deyince vazgeçmekten vazgeçmişim. 

önümde koca mekong nehri akıyor. karşısı laos. hava sıcak, nemli. bavulumu sürüdüğüm çakıllı mut mee sokağının iki yanına inşa edilmiş kırk metrekarelik iki katlı ahşapevlerden bazıları kalacağım pansiyona ait. üç tanesi hocalarımın; biri yoga, biri reiki evi, öbüründe de onlar oturuyor. diğerlerinde ise mut mee ahalisi yaşıyor. yolun sonu koca mekong nehri, karşı kıyı laos'un vientienne şehri. solda pansiyonun bahçesi var. büyükçe, yeşil avluda masalar. bahçenin gerisine doğru birkaç bungalov ev daha ve ilerideki iki beton bina da pansiyona ait. avluya bakan bir bungalova yerleşiyorum. dediğim gibi, yorgunum, ayağım ağrıyor ve karşımdaki boz bulanık mekong'a bakarken hiç de mutlu değilim. mavi-yeşil denizli, bembeyaz kumlu adalar yerine buraya gelmiş olduğum için hafiften pişmanım hatta. en çok canımı sıkan şeylerden biri her yerde kertenkelelerin oluşu. duvarlar, tavanlar, odam, verandam ve hatta banyom kertenkele dolu. küçüklerinden de korkuyorum zaten ama bir de 30 santimlik koca koca gekolar... resepsiyona gidip kertenkelesiz bir odaları olup olmadığını sorduğumda nezaketi falan bir yana bırakıp halime gülüyorlar. tabii daha bi ay evvel evde bir kertenkele bulunca yaşadığım travmadan burada kimsenin haberi yok ve hayır, kertenkelesiz bir odaları da yok. ben buraya neden geldim? ah burcu, şu bileti ayarlasaydın da şimdi bali'de bir sahilde olsaydık. ayağımın burkulması da bir işaretti belki. gelmemeliydim. evet, keşke gelmeseydim. şimdi burada bir hafta nasıl geçecek? gerçekten, ben buraya neden geldim...???

ertesi sabah, saat 7. ilk buluşma için. küçücük yoga evinin açık kapısından içeri giriyorum. benden başka 4 öğrenci var. biri iran asıllı amerikalı diğeri hollandalı iki kadın ve biri ingiliz öbürü norveçli iki adam. ve tabi hocam; sevgili panço. 

şimdi size yaptığımız her şeyi, herkesin hikayesini anlatmayacağım. herşeyin güllük gülistanlık olduğundan, aydınlandığımdan, bir şeyleri aştığımdan falan da bahsedemem. bilakis kolay bir hafta değildi. diyebilirim ki, hocam olan o iki insan bana o bir haftada öyle bir yerimden dokundular, yogayi ve bu dünyadaki ruhsal yolculuğumuzu öyle güzel anlattılar ki, kurs bittiğinde altı aylık eğitmenlik eğitimde öğrendiğim ve zihnimde dağınık yerlerde duran her şeyi birbirine bağlayan bir çember çizdiler sanki. bazı şeyler kavram olmaktan çıkıp deneyim haline geldi benim için. kurs arkadaşlarımdan daha evvel yoga yapmamış olanlar o bir haftadan güçlü ve bedenin her noktasına dokunan, ömür boyu sadece o uygulansa yetecek bir yoga rutini öğrenenek çıktılar. bir hafta boyunca sabahları panço ile adım adım, fiziksel ve anatomik detaylarıyla o rutini öğrendik. sessizlik içinde önce nefeslerimiz, sonra birbirimizle senkronize olarak her sabah ve akşam dans eder, dua eder gibi yaptık pantrix akışını. panço yogik kozmolojiyi, felsefeyi, geleneği anlattı; beatrix nefesi ve meditasyonu. 

ikinci günden sonra 'neden' diye sormayı bıraktım. bu dünyada bir sürü öğretmen var. herkes de aynı şeyi öğretiyor belki ama aynı titreşimde olduğun birini bulmak ve ondan öğrenmek süreci ne kadar da daha kolay, anlamlı ve keyifli hale getiriyor...keyif hemen gelmiyor, doğruya doğru....en azından benim deneyimim ilkin hep karşı çıkmak ve kaçmak. yoga insanı soğan gibi katman katman soyuyorsa, altından çıkanla yüzleşmemek için yogadan kaçtığım çok oldu benim. diyebilirsiniz ki: yok ben yogayı sadece fiziksel sebeplerle yapıcam, hiç öyle kendimi gerçeğimi bulmak gibi bir niyetim falan yok...bilemem...bu ilk katmanmış gibi geliyor bana. yoga öyle nüfüz eden bir şey ve bu katmanlar da bir diğerine öyle bağlı ki...buna engel olmak en mümkün değilmiş gibi hissediyorum. internet ünlü ve kıymetli hocaların bu mevzularla ilgili söylediği şeylerle dolu..ben burada daha fazla ahkam kesmeyeyim.

bu gün işte o yolculuğa çıkışımın ikinci yol dönümü. o bir haftadan sonra takibeden martta iki iznimi birleştirip bir aylık advanced kursa gittim pantrix'e. sonraki iznimde yine, sonraki iznimde yine...2012 nin ekiminden beri her iznimde. bazen bir ay bazenbir kaç gün. bu arada yoga stilim de değişti ve kendimi bile şaşırtan bir heves ve zevkle ashtanga yoga yapmaya başladım son atı aydır. yine de pantrix rutinimin yeri ayrı. uçuş öncesi ve sonrası vaktim azsa, yorgunsam, ashtangaya halim olmayınca, özleyince, ihtiyaç duyunca pantrix rutinime sarılıyorum. o da bana :) kucaklaşıyoruz yani :) 

bu yazıyı öncelikle işleri uçmak olduğundan bilet parası vermeme lüksüne sahip iş arkadaşlarım için yazıyorum. belki de ilham vermeyi umarak. ve tabi yogi arkadaşlarım için de; pratiklerinde ne kadar ilerlemiş olurlarsa olsunlar hayatlarını yogaya adamış bu iki harika öğretmenden öğrenecek çok şey bulabilirler bence hala. 

dilerim siz de yola çıkın! uzaklaşmak değil, yaklaşmak için....içeriye, derine...hadi!!! 









6 Ekim 2014 Pazartesi

start where you are

oturduk. sordu: ee, söyle bakalım, nelere bakalım bu 'reading'de? neler meşgul ediyor aklını?

çok düşünmeden cevap verebildim zira sanki bunu soracağını bilir gibi bir süredir meditasyonlarda aklıma düşen yüzlerce (binlerce, milyonlarca...) düşünceyi tasnif etmekteydim.

iki ana başlık var sanırım şu sıralar, dedim. birincisi; meditasyonda aklıma düşenlerden kovalamayı en sevdiğim düşüncelerin komik bir cümle, bir duygu ya da halin bana o an için kusursuz gelen bir tasviri, yeni bir fikir ve bunun gibi yaratıcı şeyler olduklarını farkediyorum. ve bu birinci tema da beni ikincisine götürüyor hemen çünkü bu düşündüğüm şeyler kendi başlarına yetmiyor kendimi hep başkalarının beğenisini kazanırken hayal ettiğimi farkediyorum devamında. dolayısıyla sanırım ikinci tema da onaylanmak...

gülümsedi ve işte kendi okumanı kendin yaptın bile dedi...

olduğun yerden başla, dedi. sonuçta başka nereden hareket edebilirsin ki? üstelik ne kadar zaman sonra başlayacak olursan ol hep olduğun yerden başlayacaksın. yazmak geliyorsa içinden yaz. başkalarının beğenip beğenmeyeceğini umursamadan yaz.

bir sürü başka  şey de söyledi elbette. bu, onunla yaptığımız dördüncü 'reading'. reading dediğim astroloji haritası okuması. ama gelecekten ziyade geçmişten bahsediyor; nereden geldiğinden, neden bu hikayeyle bu bedende kristalize olmayı seçtiğinden. karmik astroloji deniyor bu ekole ve reenkarnasyona dayanıyor. ben eskiden inanmazdım reenkarnasyona, hatta korkardım böyle ruhani mevzulardan ama yogaya başladıktan sonra bu gibi kavramlar daha yakın gelmeye başladı zamanla. şimdi cennet ve cehennem kavramlarından çok daha mantıklı geliyor ruhun devirdaimi. yine de geçmiş hayatlara takılıp kalmanın (oralardan getirdiğin travmaları iyileştirmek amacıyla bile olsa) bir faydası olduğunu düşünmüyorum. bence anlamlı tek şey 'bu an',  bu yaşam, bu kristalizasyon. geçerli tek şey bu an. geçmiş ya da gelecek için bişey yapmak için tek alan bu an.

her ne kadar 'kendi okumanı yaptın bile' deyişinden kendimle böbürlenecek bir pay çıkartma heveslisi olsam da bu benim maharetim değil, biliyorum. yeterince sessiz ve kıpırtısız kalıp gerçekten merakla aklından geçenleri izlemeye gönüllü herkes kendiyle ilgili bu gibi gerçeklerin farkına varabilir. başka sesleri kıstığında yıldızların ve gezegenlerin sana ne dediğini duymak mümkün. bir şekilde göklerle uyumlanmak gibi. sanırım biraz da merak meselesi. hayatta en çok neyi merak ettiğimiz zamanımızı nasıl harcadığımızı şekillendiriyor bence. neyse...

uzaklarda , sadece meditasyon ve yogayla geçirdiğim zaman dilimlerinden sonra eve ve işe dönmek hep sancılı oluyor. katıldığım ilk yoga inzivasını ardından yaptığım bir toronto uçuşunu hatırlıyorum. hızır kampta geçen yoga, meditasyon dolu beş günün ardından gece yarısını geçe eve dönmüş ve ertesi sabah erkenden uçuşa gitmiştim. allahım, sanki  o huzurlu mutlu kedori orada, kaz dağlarında kalmış ve istanbula onun şeytan kızkardeşi dönmüş gibiydi. ve o uçuştaki olaylar ve insanlar da sanki o şeytanı beslemek, daha da kudurtmak, köpürtmek için biraraya gelmiş gibiydiler. nasıl asabi olduğumu, insanlara ve kendime nasıl eziyet ettiğimi utanarak hatırlıyorum. üstelik sabah ekipteki herkese biraz da böbürlenerek anlatmışım 'ahh...çok güzel çok huzur dolu bir yerden geliyorum...çok dinginim...ommmm' haha...şimdi o 5 günü düşününce aslında nasıl gergin bir yüzleşme yaşadığımı, o sıralar sıkıntısını çektiğim huzursuz bağırsak sendromumu falan da hatırlıyorum, yani zannettiğim gibi çok huzurlu bir yerden falan da gelmiyormuşum aslında. ve ayrıca dediğim gibi, durup duruken değildi tabi asabiyetim, gerçekten sinir bozucu bi sürü şey olmuştu ama kendini haklı çıkartmak için sebep arayacak olursan cinayet işlemenin bile 'haklı' sebeplerini savunmak mümkün.

her inzivadan sonra bu geri dönüşlerin şiddeti azalıyor tabi. çok sevdiğim bazı yogacı/blogcu arkadaşlarımın bu konuyla ilgili güzel yazıları var. bir tanesi bu mesela:

http://www.cihangiryoga.com/farkindalik-alani-kurtulus-otobusu/?lang=tr

bu sefer çok zorlanmadım diyordum kendi kendime. iki okyanus ötesi uçuş yaptım, ikisi de sakin, güzel geçti gitti. derken arefe gecesi kısacık bi uçuşa gittim. kısacık, git-gel dört saat bile uçuş yazmıyor. ama beni çileden çıkartmaya yetti. anlat deseniz anlatacak bişey yok. uyumadan gittim uçuşa. normalde bütün gece uyanık kalacaksam ne yapar eder öğleden sonra bir saat olsun uyurum. ama bazı günler de dalamam. o dalamadığım günler maça çıkmadan mağlup gibi giderim uçuşa. uyuyamamış olmanın gerginliği yaptığım her şeye geçer. öyle zamanlarda çay içsem ağzımı yakarım, ütü yapsam elimi, yoga yapsam bi yerimi incitirim, kesin... gittik, döndük...ben de gücümün de sabrımın da sonuna geldim. bayramın ilk günü havalimanı ana baba günü. ohh sonunda indik dedikten sonra en az yarım saaat uçağın park edeceği yere ulaşmasın bekledik. sonra en az on dakika yolcuları terminale götürecek otobüsün gelmesini. sonra en az on dakika daha yürüme engeli olan yolcuyu uçaktan alacak olan ambülansı. sonra on dakika daha uçakta unutulan bir ipad'i teslim alması için kayıp eşya görevlisini. bu arada aklıma hiç gelmiyor tabi 'nefes al, anda kal, tepkin olma, reaksiyona geçme' falan. gerginliği en çok dişetlerimde hissediyorum. tam karşımdaki koltukta biri oturmasa parmağımı ağzıma sokup dişetlerimi ovalayacağım. öyle gerginim, o an o uçaktan, o yolculardan ve ekibim dediğim insanlardan kurtulmayı öyle çok istiyorum ki... hani en saygı duyduğum hoca gelip bana 'sakin ol' diyecek olsa ağzına bitane çakıp hıncımı alamayıp bir de okkalı küfür savuracağım...uçuş bitti bitmesine de ağzımda o gerginliğin acı tadı kaldı. olduğum yerden başlıyorum canım beatrix. ağzımda o acı tadla başlıyorum. utanmadan diyemeyeceğim ama cesur olmaya gönüllü.

buyrun :) 

30 Eylül 2014 Salı

üç yol, tek yolculuk ya da tam tersi

güzel eylül. güzel izin. şimdi izin geçmişken ve harika da geçmişken böyle rahat rahat konuşuyorum arkasından. oysa bu yaz, tatil vakti yaklaştıkça artan bir karın ağrısıydı izinde ne yapacağım mevzuu. şöyle ki; marttaki kış iznimde yine soluğu nong khai'de alıp mutlu mesut hocalarımın yamacına yerleşmişken beatrix yıldız haritamdaki transitlere bakmış ve göklerin eylül ayında bir sessiz meditasyon inzivasına gitmemi desteklediğini, eğer bu tavsiyeyi dinler de gidersem içinden geçmekte olduğum yeniden doğum sürecinde bana çok faydasının dokunacağını söylemişti. ona eylülde bir yaz iznim olduğundan bahsedince bana kendisin de defalarca gittiği suan mokh manastırının meditasyon merkezinde gerçekleştirilen on günlük sessiz meditasyon inzivalarını anlattı. bu inzivalar her ayın ilk günü başlıyor, yabancılar için düzenleniyormuş. klasik vippasana inzivalarına kıyasla daha hafif, meditasyonların daha kısa sürdüğü, arada yürüme ve ayakta durarak meditasyon yapılmasına izin verildiği ve hatta sabahları yoga yapmanın teşvik edildiği inzivalarmış. yemekler ve doğa çok güzelmiş. açıkçası benim bu yaz için planladığımdan çok farklı bir senaryodan bahsediyordu zira ben neredeyse son üç yılın bütün tatillerini ya hızır kampta ya tayland'da onların yanında yoga ile geçirdim ve bu yaz hayalimdeki tek şey denizdi. hayalim, arzum, ihtiyacım! kendimi bir yunan adasında diğerine dolanır, sahillerde yakışıklı komşu oğlanlarıyla flört eder, yemeklere yumulurken hayal ediyordum. yogaydı meditasyondu bu sefer ben onlara gitmeyivereyim de nereye gideceksem onları da yanımda götüreyim diyordum. öyle olmayacakmış : )

bir sürü bahane buldum kendime meditasyon merkezine gitmemek için. buyrun bazıları :) 

yetişmek için koşturmak gerekiyor, son dakikada yorgun ve jetlag olarak orada  olmak istiyor muyum? on gün çimentodan yatakta döşeksiz yastıksız yatıp sabah 4:30 da kalkıp bir de buna tatil mi diyeceğim? doğadan hala çok korkan ben, bloglarda okuyup aynı ortamı paylaşacağımı öğrendiğim bin türlü zehirli-zehirsiz böcek ve diğer hayvanatla, üstelik on gün boyunca canlı hiç bir şeye zarar vermemeye yemin etmiş bir halde nasıl yaşayabileceğim? yaklaşık altı aydır meditasyon yapmadıktan sonra günde toplam 8 saate yakın meditasyona acaba hangi fiziksel ve ruhsal acılarla oturabileceğim?


bütün bu sorulara rağmen içimde başka bir yerden kulak tıkayamayacağım kadar güçlü bir ses de bana git deyip durdu. git. git, bakarsın. olmadı bırakır çıkarsın. samimiyetle söylüyorum; herşeye rağmen gidecektim. ama nasıl olduysa son anda samui adasında başka bir meditasyon merkezinin (dipa bhavan) 3 günlük invivasından haberdar oldum. böylelikle iznin başında bir haftayı çok özlediğim datça'da geçirip oradan dipa bhavana gider son haftayı da betarix ile panchonun yanında geçirebilirdim. hemen konformist bir aydınlanma yaşadığımı itiraf etmeliyim; zaten budizm de orta yolu bulmak değil miydi? the holy middle path :) bu fikre ne kadar kısa zamanda ikna olduğumu anlatamam. 

sonuç:

datça muhteşemdi. üçüncü günün sonuna doğru nihayet bedenimin gerginliğini usul usul bırakmaya başladığını hisedebildim...

dipa bhavan'a dinlenmiş gittim böylelikle. kısaymış inziva, benim tahmin ettiğimden de kısacıkmış. daha uzununa cesaret edemediğime hayıflandım biraz ama en azından önümüzdeki yıl daha uzun bir retreat için niyetimi belirlemiş oldum.

nong khai'da bu sefer iyice eve dönmüş gibi hissettim. tayland'da yapılan darbeden midir, düşük sezonda olduklarından mıdır (daha evvelki ziyaretlerim ekim, mart ve şubatta idi)  bilmem kasaba bu sefer çok boş geldi bana.  iyi ki de öyleymiş zaten hocalarım ve bir iki tanıdıktan başka kimseyle soyalleşesim yoktu. bazı sabahlar 5te çalan alarmı kapatıp uyumaya devam etmek istemiş olsam da 6 da başlayan  meditasyon, pranayama, asana ve sohbetlerde panchoyla yanlız olmaktan çok zevk aldım. öğleden sonraları da beatrix ve benim gibi ikinci seviye reiki inisiasyonu almak üzere orada olan j. ile birlikte geçti. hepi topu 6 kısa gün...yine bu sefer hocalarıma veda ederken onlardan ayrılıyormuş gibi hissetmedim hiç. bilmiyorum belki de içimde birşeyler  duruluyor, olgunlaşıyor... belki altı yıllık ilgim, emeğim, adanmışlığım tomucuklanıyor  yavaş yavaş.....mırıldanıyorum ''gonna wake up one morning, gonna find me a shovel, gonna dig me a hole, gonna plant me a seed...gonna water that seed straight from the holy river...nurture it with love until it grows into a tree''



26 Ağustos 2014 Salı

terlik deyip geçme!

kuala lumpur'a yorgun bir beden, ajite bir zihin ve üç duraklık bir alışveriş planı ile gittim. bir haftadır bedenim kadar zihnimi yoran, utanmayıp söylüyorum, içimi sıkan bir misafirim vardı istanbul'da. arkadaşlarıma ''pamuk prensesin ruhunun kaba sakalda bedenlemiş hali '' diye tarif ettiğim sevgili h. memleketi almanya'dan çalıştığı çin'e dönerken bir haftayı istanbul'da beni ziyaret etmeye ayırdığını ilan ettiğinden beri içimi inanılmaz bir sıkıntı kaplamıştı zaten. h. taylandaki hocalarımın çok eski ve kıymetli bir öğrencisi. yumuşak kalbini bana kaptırdığını saklamayarak sırtıma bir çuval çimentoyu zaten yüklemişti de bu ziyaretle suyunu da kattı diyelim ve ben gerginlikten kaskatı beklemeye koyuldum kendilerini. anlaşılmıştır herhalde, hislerini paylaşmıyorum. paylaşsam zaten neden böyle şikayet edeyim değil mi.? hocalarımın yadigarı olmasa ''napalım her istanbula gelen tanıdığa mihmandarlık yapacak halim yok, koca adam, gezsin tozsun işte. bi akşam yemek yeriz olur biter '' derdim ama işte serde o çok sevdiğim hocalarım ayıp etmeme gayreti (kendimi sevdirme arzu demeye dilim varmıyor) ve tabi ki içimdeki lanet ettiğim insan sevgisi var...uzatmayayım...nasıl olduysa aylık programım da sanki onun ziyaretine göre planlanmış, ayın ilk yarısı eşşek gibi uçtuğumdan h. geldiğinde yorgun bir kedori olarak boş günlerime girmiş bulunuyordum. hergün birkaç saatliğine de olsa (artık o gün kaç saatimi ayırabildiysem) buluştuk. gezdik, tozduk. konuştuk. daha çok o konuştu ben dinledim. zaten ağzının içinden ve ağır bir alman aksanıyla konuştuğu ve anlattıkları genelde ilgimi pek az çektiği için çoğu zaman dinliyormuş gibi yaptım aslında. ay neyse işte geldi gitti h.ciğim. onun gittiğinin ertesi gecesi ben de kuala lumpur'a gittim. sabah h.nin ziyareti yüzünden aksatmakta olduğum yogamı yaptım, akşamüstü bütün gece uçacağım için uyumaya çalıştım. uyuyamadım. uyuyamadıkça gerildim...ve KL'a vardığımızda dedim ki ''kalk da alacaklarını almaya git. sonra da yatarsın yarın akşam geri dönünceye kadar uyursun''

üç durağımdan biri yayınlandığından beri (sanırım on gün evvel falan satışa çıktı) ne zaman kavuşacağım diye sayıkladığım yeni murakami kitabını almak üzere kinokuniya kitapçısı. ikincisi ve üçüncüsü ise muji ve uniqlo. ne zamandır alışveriş yapmıyorum, önüm tatil belki rahat, basit bişeyler bulurum ucuza da alırım diye. kitabı aldım. bonus olarak da ne zamandır okumak istediğim ama türkçe baskısını bulamadığım jung'un insan ve sembolleri kitabını aldım. muji'de bakındım durdum ve biraz defter kalem aldım. bir şapka alsam iyi olur diyordum. kendime pek yakıştırmıyorum şapka. kendime bir sürü şeyi pek yakıştırmıyorum tabi, şapka da onlardan biri işte. almasam da olurdu, öyle pek de bayılmamıştım ama işte ''amaaan al gitsin ya'' dedim. hehe...keşke almadan kur hesabı yapmayı akıl etseymişim. al gitsin dediğim şapkanın ederini idrak edebilmiş olsam öyle mi derim,  bilakis hemen değişir ağzım ve 'amaan şimdi ne gerek var sanki tek eksiğin o, otur şemsiyenin altında oku kitabını, sosyetik misin sen? ne o öyle şapka'' diye kendimi olaydan hızla soğuturum. evet son yıllarda doğal olmayan sebeplerle biraz pintiyim, naapayım! neyse, artık takmalara doyamam. sonra tabi uniqlo yu es geçtim. terlik bakayım ben yaa dedim. terlik. evet bu kadar lafı edip nihayet terliğe vardım. aferin bana.

yıllar evvel kuala lumpurda uzuun yatılarımız olurdu. hayatımda ilk kadın pisuarını buradaki bir klüpte görmüştüm.bence bütün umumi tuvalatlerde olması gereken harika bir buluş. zaten hangimiz oturuyoruz o pis klozetlere. ben şahsen sarhoş gecelerde, klüp tuvaletlerinde utkatasana pozunda her işeyişimde yoga pratiğime bir kere daha şükür ederim. o vakitlerin kuala lumpurundan hatırımda kalan diğer şeyler alışveriş merkezlerinin güzellik reyonlarında çalışan bir içim su dönmeler (demek henüz tayland'ı görmemişim o yıllar) ve nedense ekip olarak dadandığımız terlikçi;  vincci. öyle matah değil, kaliteli hiç değil ama renk renk, çeşit çeşit, ucuz terlikler. oradan aldığım terliklerin çok sevdiğim bir çiftinin  tekini miami'de sahilde dalgaya kaptrırp otele deli bir sağnak yağmurda çıplak ayak döndüğümü hatırlıyorum.

gittim işte terlikçiye. bir çift beğendim. beyaz, zarif, hafif parlak bir şeridi var falan. birkaç tane daha beğendim. ucuz ama stilize diyebileceğim terlikler. sonrada ne yaptım? en basit, en oyuncaksız terliği aldım çıktım. tamam rengi güzel ve gerçekten çok ucuz ama öyle gereksiz bi alışverişti ki. işin kötüsü aklım iddalı bulduğum için almadığım diğer iki çiftte kaldı. sonra tabi herşeyi birşeye (evet, evet ayrı yazılıyor ikisi de!) bağlayan jetlag zihnim ''bana nak kızım kedori'' dedi ''işte senin derdin bu. ihtiyacın olan o sıçramayı sağlayacak şey o terliği alma cesaretini göstermek. parlak marlak giymek. kim ne diyecek diye düşünmeden mutlu olmak tercihinle. böyle istediğin şeyleri kendine itiraf edemedikçe ne o asanayı yapabileceksin, ne o çocuk o kız yerine sana aşık olacak, ne de bir şey değişecek hayatında. bir adım ileri, bir adım geri spastik kız çocuğu terliklerinle hayal kurmaktan ileri gidemeyen bir kızçocuğukurusu olarak kalacaksın. seni bu seferlik affediyorum. bidahaki sefere dikkatli ol. hadi bakalım, uza şimdi! ''

sabah evde bavulu boşaltıyorum. bir an için otelde bıraktığımı sandım terliği. ohh, kurtuldum sandım bir an ama sonra çıktı ortaya. birazdan kendilerini giyip sokağa çıkıyorum. ayaklarıma her baktığımda o sıçramayı yapmayı hatırlamayı umarak. ya, işte öyle... :) başlığı much ado (ya da ego) about nothing (ya da terlik) mi yapsaydım acaba :)


13 Ağustos 2014 Çarşamba

kedori strikes back!

dönüp dolaşıp geri geleceğin yer bu blogmuş cancağızım. birkaç hafadır bir karın ağrısı; yazmak istiyorum. kısacık yazmak. yogayla ilgili yazmak; bugün şu asanada şu kasımı bırakıverdim ve bildiğim herşey birden değişiverdi gibi insanlık için manasız ama benim için son derece anlamlı o kısacık hissi kayıt altına almak. o günkü çalışmanın meyvesini bir yerde biriktirmek. başka bir blog açayım dedim. ismine karar veremedim bir türlü. sonunda kendimi buraya yazar buldum. son girişimden bu yana öyle çok değişti ki yogayı kavrayışım/yaşayışıma dair. tamam kedori strikes back ama yavaş yavaş :) sakin sakin.

son yazdığımda mey ile vinyasa eğitmenlik eğitimine başlamıştım. bitirdim de.  öyle bir zamana denk gelmiş ki o eğitim, beni yoga hocası yapmaktan çok o sıralar yaşamakta olduğum ayrılığı atlatmama, sindirmeme fayda etti. bir gün başkalarına yoga öğretmek hayalim baki...bunun herhangi bir eğitmenlik eğitimini tamamlamakla olmayacağına inancım da...all things in time... zaten yoluma öyle güzel öğretmenler çıktı ki ölene kadar öğrenci kalsam da benden mutlusu yok :) 

yazmak istiyorum, anlatmak, o güzel öğretmenleri (bu bloğu bir gün okuyacağını umut ettiğim) sizinle tanıştırmak...ama dediğim gibi yavaş yavaş...

öyleyse tekrar, merhaba dünya :)