11 Nisan 2017 Salı

zalim, mazlum ve nurhayat hanım

bu metinde bahsi geçen kişiler ve olaylar hayal mahsülüdür

Nurhayat hanım uçağa iki çantası ve tıknefesiyle bindi. Saçı yapılı, tırnakları manikürlü ve bordo ojeliydi. Baharın kendini nihayet hissettirdiği güneşli, ılık bir sabahtı. Nurhayat hanım kendine verilen ikinci sıradaki yerinde oturmaktansa birinci sıraya otursa ne olurdu? Arkasında  uçağa binmek için sıralanan insanlara aldırmadan bu karararını tartmak için duraksadı. Koridor tıkanınca merakla o yöne baktım. Nurhayat hanımla göz göze geldik. ''Ben buraya otursam, geçmesem şimdi arkaya? Rahat burası, ha?'' dedi. ''Olur Nurhayat hanım'' dedim, ismini  az önce yolcuların oturma planına bakarken öğrenmiştim ''Zaten o koltuk boş kalacak. Buyrun, oturun.'' Sonra yine kapıda yolcu karşıladığım yerime döndüm. 

Bir felaketin olmasını bekler gibi başlamasını beklediğim reglim o sabah da başlamamıştı. Vücudum şiş, zihnim huzursuzdu.  Dün evde geçirdiğim küçük ağlama krizinden sonra biraz rahatlamış, uzun süren bol destekli bir yin yoga seansının sonunda zihnimdeki karanlık gökyüzünde küçük bir açıklık yaratmayı başarmıştım. İşte bu sabah da o açıklıktan harika bir güneş doğmuştu.  Bu bitmeyecek sandığım kışın sonunu müjdeleyen sabah işe gitmeye aldırmıyordum. Uzun iş gününün bir yerinde de regl olacaksam o da kabulümdü. İki ağrı kesici, olmadı işyeri hekiminin vuracağı bir iğne nasıl olsa ağrıyı keserdi. Bir felaketin olmasını beklemekten vazgeçmiştim. Olanla olduğu anda başedecektim. Harika bir yogiydim ben. Sabah işe gelirken akıllı telefonumda Pema Chödron'un zor duygularla başa çıkmakla ilgili üç saatlik bir kaydını dinlemeye başlamıştım. Öfke, üzüntü, korku....o üç başlı canavarı alt etmek için bütün ihtiyacım  farkındalıktı. Farkındalık elimde tuttuğumun farkında olmadığım ışın kılıcımdı.

Yolcular gelmeye devam ettiler. Ben kapıda gülümseyerek onları karşılamayı sürdürdüm. Derken kafamı kabine doğru uzattım ve şu felaket manzarasıyla karşılaştım: O, kapıda gülücüklerle karşıladığım,  yer değiştirme isteğini hem de kendisine adıyla hitap ederek kabul ettiğim Nurhayat hanım, işte o,  kadir kıymet bilmez o kadın, ta kendisi, ne yapsa beğenirsiniz.... o kocaman kabin içi valizini  utanmadan önündeki boşluğa, dizleriyle öndeki duvar arasına yerleştirmiş.  Bu yetmezmiş gibi kol çantasını da onun üzerine koymuş. (Bu noktada ruh halime referans olarak sizlere Kaynanalar dizisindeki Tijen'i ve attığı ''Nİİİİİİ''  çığlıklarını hatırlatmak isterim)

Bu davranışın beni neden bu kadar sinirlendirdiğini merak ediyorsanız yalnız değilsiniz.  Buna neden bu kadar sinirlendiğimi bilmediğim gibi, neden sakince kendisine çantasını oraya değil de dolaba yerleştirmesi gerektiğini söylemektense birazdan anlatacağım dramaya sebep olmayı seçtiğim hakkında da bir fikrim yok...yani yoktu...

Böyle durumlardan sonra farkediyorum ki içimdeki duygular otobanının bir şeridi sadece nefret, öfke, çıldırma gibi duygulara ayrılmış durumda. Orada trafiğe takılmak yok, hız limiti sonsuz ve sıfırdan sonsuz kilometreye ulaşma süresi de bir an. Sadece bir an. Bir nanosaniye.

İşte o öfke arabası artık bedenimin neresinden kalkıyorsa kalktı ve varış noktasına ulaştı bile ve ben böyle bir seferden haberdar dahi edilmemiştim. Bütün bu yolculuktan da ağzımdan çıkan şu sözler sayesinde haberim oluyordu : ''Burak bey, hanımefendi yaşlı!  Eşyalarını dolaba koyamamış. Yardımcı olur musunuz? ''  Bana bu cümleyi öglerine ayır deseniz size diyeceğim şudur:
Bu cümle iki ögeden oluşmaktadır:
yüklem : ''hanımefendi yaşlı'' ve geriye kalan gereksiz laflar  
veya
cinayet aleti: ''hanımefendi yaşlı'' ve geriye kalan gereksiz laflar.

Bu sözler belki gerçekten yaşlı bir teyzeye söylenseler öyle çok kötü olarak sınıflandırılmayabilirler. Ama bu sözler benim tarafımdan o hanımefendiye ceza olarak söylendiler. Nurhayat hanımın canını yakacaklarından emin olarak, bu amaçla çıktılar ağzımdan. Şimdi bunun farkındayım elbet ama o an değildim. Neredeydim o an bilmiyorum. Nurhayat hanım kime dönüştü o an onu da bilmiyorum. İçimdeki zalimin ışık hızıyla kontrolü ele geçirdiğini biliyorum. Zalim kelimesinin kaynağının zulüm olduğunu, ''haksızlık, zorbalık'' demek olan  zulümün de Arapça ''kararma, karanlık'' manasına gelen ''zulma'' sözcüğünden türediğini öğrendim bu sabah. Yani ışık hızıyla karardım birden diye düşündüm. Işık, sevgi, anlayış, şefkat artık adına ne dersek diyelim hızınca çekildi içimden, anlayışımdan da ben böyle karanlık kaldım. O karanlıktan olmalı Nurhayat hanımı düşman sanıp böyle saldırışım.  O karanlıkta Nurhayat hanım üzerine düşen şeyleri yapmayarak benim hayatımı zorlaştıran herkes oldu. Ve ben ne kadar üzülüyorsam o da o kadar üzülsün diye çatal dilim gidip sokuverdi onu. Sonra da pişmanlık... (ve tabi hikayenin devamındaki instant karma).

Bunu itiraf etmeye utansam da bahsettiğim pişmanlik öyle hemen gelmedi. Bu öfke ile pişmanlığın arasında kısa bir an, bir boşalmayı takip eden zevk gibi bir zevk kapladı bedenimi. Sanki çok eski bir düşmandan çok inceden, çok zekice öc almışım gibi bir zevk.

O sabah dinlediğim kayıdın başlığı ''zor duygularla başa çıkma'' idi ve konuşmanın bir yerinde kötülüğü (evil) ''başkalarını bilinçli olarak zarar vermek ve bundan zevk duymak'' olarak tarif etmişti Pema Chödron. Kendimi savunmak için benim yaptığımın bilinçli bir zarar verme eylemi olmadığını idda edecek olsam bir yanım hemen ''bilincinden çıkıp gelen herşey bilinçli değil midir yani?'' diye soruyor. İkiye bölünüyorum. İşler daha da zorlaşıyor dolayısıyla kendimi savunmanın iyi bir fikir olmadığını anlamaya başlıyorum...

O gün Nurhayat hanımın kalbini kırdığıma eminim çünkü ben zehirimi akıtıp da kapıdaki yerime geri çekildiğimde onun çantasını yerleştiren Burak'a ''Yaşlılığı kabul etmiyorum, biraz rahatsızım ama kesinlikle yaşlılığı kabul etmiyorum '' deyişini duydum. Dargınlığını benden kaçırdığı gözlerinde gördüm. Nurhayat hanım  benim hep taşımayı istediğim kurallara uyan, durumsal farkındalık sahibi, nazik, zarif yolcu değil. Zaten o yolcu olmadığını seyahatin devamında telefonunu kapatmama ısrarından, ikramlardan çantasına aşırdığı küçük şeylerden de anlamak mümkünmüş. O sevdiğim yolcular da  biner uçaklarıma ama bu sabah Nurhayat hanıma denk geldim ve kendisi o sevdiğim yolcu olmak zorunda değil. Peki ben ? Ben o sabah olmayı düşlediğim sakin, öfkesiz, sinirsiz, sabırlı, sevecen, şefkatli (listeyi sonsuza kadar uzatabilirim) kişi miyim? Değilim. Bazen bu niteliklerin bazıları daha belirgin, baskın duygusal dünyamda, bazen değil. Ben o mükemmel kişi olmak zorunda mıyım peki?

Sonra aradan on dakika geçmemişti ki az evvel bahsettiğim instant karma gerçekleşti ve Nurhayat hanım ve diğer yolcuların huzurunda bir başka yolcu tarafından çok fena azarlandım. Hem de tamamen haksız yere. Hem de gerçekten haklı olduğum halde buna kulaklarını tıkayan, yüksek sesle bağırarak sözlerimi ağzıma tıkan bir yolcu tarafından. Hem de bu sefer gerçekten, gerçekten haklı olduğum halde. Üzüldüm, rahatsız oldum, zor durumda hissettim ama yine de öfkelenmedim o adamın hakarete varan azarlamalarını dinlerken.  Üstelemedim, yerime oturdum. İçimdeki zalim kendini tanıdı o adam sayesinde. Sırf o değil tabi; içimdeki mazlum da Nurhayat hanımla tanışmış oldu.

Arkadaşlarıma anlattım olanları, gülüştük. Düşündüm. O öfke geçti sanıp kendimden hoşnut günler yaşadım ama sonra öyle başka yerlerden çıkmaya, beni öyle zor durumlara sokmaya başladı ki. Sonunda vardığım noktada Dalai Lama'ya ve  hatta Budha'ya bile kızgın, hayata ise tamamen dargın, kavgalı, kavgacı, acı bir ben olmuştum.

Bu gün dolunay günü. Biz bugün yoga yapmıyoruz. Onun yerine meditasyon yaptım bu sabah. Bedenimde öfkeyi aradım. Önce onu bir taş sandım karnımda:  ''Ah öfke'' dedim ''Kimsin? Kimlerdensin? Nereden geldin buraya? Neden bu kadar çoksun? Neden bu kadar zorsun? Ses ver!" ''Üstümü aç, yaklaş!'' dedi (bunu Defne hocamdan öğrenmiş olmalı kerata :) ) ''Taş değilim ben.'' Karnımda bir örtü buldum öfke olarak. Kaldırdım örtüyü, altından çıkana baktım. Yeni doğmuş köpek yavruları gibi birbirine sarmaş dolaş yatan üzüntüyü, hayalkırıklığını, korkuyu, dargınlığı gördüm. Karnımda bir şeylerler hareket etti, bir gurultu ile az rahatladım. İ z l i y o r u m.