2 Ekim 2017 Pazartesi

Leros’ta karşıladığımız yeni ay ne ara bu kadar büyümüş diye düşünüyorum havalimanın girişinde ayla karşılaşınca. Ayın sokak lambasını andıran bir hali var hani; sanki başını merakla aşağı eğiyor biraz. İşte o zaman açısı sokak lambalarıyla aynı oluyor. Ben kafamı kaldıırıp ona bakıyorum, o boynunu bükmüş bana bakıyor. Ay pardon sokak lambası sandım ben sizi diyorum kendisine. Gülümseşiyoruz.

Bir sonraki karşılaşmamız on sekiz gerçek saat ve beş saat dilimi sonra; ertesi akşam. Gündüzü uçarak yutan bir iş günü sonra Taipei’de ay çoktan daha tombul. Kısa yürüyüşün sonunda otele dönerken sol yanımda kocaman bir reklam tabelası var.



Kafamı kaldırınca aynının çok daha büyük bir versiyonunu bir koca binanın cephesi boyunca aydınlatılmış halde  görüyorum. Yoga  kursumuz için bir uçak, iki tekne ve daha bir sürü başka vesait ile çıktığım bir yolculuktan yeni dönüp daha dinlenemeden bu sefer de iş için bunca saat yol geldikten sonra bu yoga journey lafı hiç hoşuma gitmiyor. Halbuki ben de kim bilir kaç defa kullandım bu tabiri; yoga yolculuğum, benim yoga yolculuğum. Meh!

Nereye gidiyoruz hemşire? Niye bu kadar hazırlanıyoruz, son moda taytlar, son model matlar, bralar, üyelikler, festivaller, ithal hocalar, eğitimler, kamplar, inzivalar…. Ne oluyoruz? Kimseyi tenkit etmek değil amacım, kendime de soruyorum aynı soruyu; nereye gidiyorsun hemşire? Geri dön!

Yolculuk lafının canımı neden böyle sıktığını merak ediyorum, cevap hemen geliyor. Yolculuk deyince ben hemen  bir yere gideceğiz ama sonra eve geri döneceğiz diye düşünüyorum. İş için düştüğüm, tatil için ya da uzaklarda yaşayan yoga öğretmenlerim ile olmak için çıktığım yollardan hep eve döndüm çünkü. Yolda hep daha özgür, daha hafif, daha mutlu hissettim; eve dönüşlerdeyse hep biraz buruk. Eve dönerken bunca yıldır içini doldurduğum kimliğimin gerektirdiği ne ise onu giyinmek zorunda hissettim kendimi. Hep biraz dar geldi o giyisi.

Yoga yolculuğu deyişi bir de yogayı ”orada bir köy var uzakta”  gibi bir yere yerleştirdiğinden sevimsiz geliyor galiba kulağıma. Bana yolculuk deme nolur. Şöyle şeyler duyuyorum: Yoga orada, olduğun yerden uzakta. Yola düş, ona er! Sonra geri dön ve hayatına kaldığın yerden devam et. Varmak istediğin  ferah alan, olmak istediğin rahat Fatma hep o yolun sonunda. O yol aranızda engel. Uzaklık. Mesafe.

Bunlar benim son derece kişisel ve son derece sıkıcı sıkıntılarım.  İç sesim gidilecek bir yer yok deyip duruyor. Bir yere gitme, buraya geri dön. Varılacak bir yer yok. Çok gittin. Hep gittin. Hep kaçtın. Geri dön. Yoga yolculuk değil yolun kendisi diye tekrarlıyorum. İçimde konuşup duran,  görünüşte kimseleri ama en başta kendini hiç beğenemeyen  o ses susunca bunu biliyorum.  Doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor diye düşünmeksizin kulak verip sansürlemeden yazınca bir sürü şey öğreniyorum  o sesten kendim hakkında. Burada böyle kendi kendime konuşuyorum huzurunuzda. Neyse…

Leros’ta yatak odalarımızın kapılarının açıldığı salonu kullandık yoga alanımız olarak. Gün içerisinde Beste ile paylaştığım odama gitmek için o salondan her geçtiğimde hala varlığımızla dopdolu geldi o alan bana. Ayakkabılarımı dış kapıda çıkartıp içeri adım attığım her sefer sanki kutsal bir alana giriyormuşum gibi düşündüm. Son gün kapıda durup son defa içeriye baktığımda artık boştu salon. Yogamız da bizimle birlikte toparlanmış, salondan çekilmiş sanki. Bundan daha güzel ne olabilir, nefeslerimizle bedenlerimizle yarattığımız şey  kadar, yaşam kadar güzel ve kutsal ne olabilir? Bu boş haliyle olduğundan daha geniş gözüken bu salonu bir başka salon ile eşleştiriverdi hemen zihnim. Küçükken ailemle gittiğim, hatta ara sıra bir kaç günlüğüne yatıya kaldığım bir köy evini hatırladım. Kimin eviydi anneme sorsam bilir ama benim hafızamda akrabalar üzerine yağmur yağmış suluboya gibiler…herkes birbirine karışıyor. İki kanatlı evin sağı ile solu arasında, her iki yandan kapıların açıldığı aynı böyle kocaman ve bomboş bir alan vardı. Ben küçük olduğumdan mı öyle kocaman gelirdi o salon bana bilmiyorum ama  bir evin içinde hiç bir eşya olmayan, hiç bir amaçla kullanılmayan böyle bir alana sahip  oluşu beni acayip mutlu ederdi. O  ferah alanın içinde bir uçtan diğerine döne döne koşarak, kahkahalar atarak, dans edip şarkı söyleyerek epey  zaman geçirirdim. Öyle bir ferahlık duygusuna ulaşmak için zamanda bir yolculuk mu yapmam lazım?

Bu yolculukta; yogik yolculuğumu demiyorum, yoga kursuna katılabilmek için yaptığım çok vesaitli fiziksel yolculukta ne çok endişelendim, ne çok içim daraldı bir bilseniz. Ağzımdan çıkan her kaygı cümlesini kulağım duydukça üzüldüm de.

Bu gün kırmızı çadırın kapısında oturduğum günlerin üçüncüsü. Günlerdir en çok duyduğum şey boş konuşmalarım. Boşluğu doldurmak için manasız laflar edişim. O manasız laflarla kendimi hiç istemediğim şeylere bağlayışım. Sıkış tıkış; içimi ve dışımı dolduruşum.

Kafamda bir boş alan yaratmak istiyorum. kalbimde bir başka boş alan. Bedenimde boş alanlar. Hayatımda. Sözlerimin arasında. Sonra içinde kahkahalarla, döne döne koşmak, sadece rüyalarımda yapabildiğim gibi parandeler atabilmek.

Uzundur yazmadığımdan galiba bu yazı böyle birazcık kopuk kopuk. Yarın sabah kalkıp o kopuklukları yoga ile birbirine bağlayacağım. Daracık şekillere girip girip içimde ferahlıklar yaratacağım. Bir yere gitmeden bir hale varacağım. Olan neyse o. Hocamın dediği gibi:  Olan ne ise gerçek o. Ne gerçek ise o oluyor. Burada ve şimdi.

1 Eylül 2017 Cuma

Carmen, Gene ve aramızdaki o şey....

Açık pencenin önüne çektiğim masada oturmuş size bunu yazarken esen rüzgardan ürperiyorum. Pencerenin öteki tarafında  Carmen'in  iyice kabarttığı tüyleri dalgalanıyor. Ne yaz ile ne kış ile bir derdim var şükür ama kalbimin asıl sahipleri baharlar. İlk, son ayırdetmeden seviyorum baharları. Galiba arada olmayı seviyorum, yazdan kışa, kıştan yaza geçerken, ne orada ne burada...in transit... Eylülünüz kutlu olsun sangha. Eylül (aylül daha doğrusu) Süryanice'de üzüm demekmiş. Ondan mı ağzımda bıraktığı buruk tat, bendeki bu eylül sarhoşluğu. Her eylülü Cansever'in Eylülün Sesiyle'siyle karşılarım. O ''bu dünyada cansıkıntısının başka bir anlamı var baylar'' dedikçe can sıkıntıma şefkatli gözlerle bakabilirim bir süre, hatırladıkça bu dizeyi ya da hayat bir dize ile teselli edilemeycek denli ağır gelmeye başlayıncaya kadar. Bizim sanghada şiir, hele de Edip beyler Begüm ile Kemal'den soruluyor. O yüzden içimdeki şiiri buraya koyma  dürtüsünü bastırıyorum. Belki Begüm de bir eylül yazısı yazar, belki başka bir eylül şiiri olur içinde belki de Eylül'ün Sesiyle. Bakalım...

Carmen ve Gene bizim camın önünde yaşamaya başlayalı yaklaşık  iki hafta kadar olmuş olmalı. Seul'den dönmüştüm, güneş tutulmasının ertesiydi penceredeki kumruyu farkettiğimde. İsmini Milo koydu: Carmen. Carmen pek hamarat bir kumru değil sağolsun; daha evvel camın önünde oya gibi, mandala gibi ince işçilikle yapılmış yuvalara ev sahipliği yapmışlığım var da oradan biliyorum. Hamarat değil ama son derece pratik bir kumru kendisi; eh zamane kumrusu demeli belki de, ne de olsa artık devir değişti,  öyle çul çaput toplayıp da yuva yapmakla uğraşmaya belli ki kumruların bile zamanı yok. Bizimkisi camın önünde iç içe duran iki saksının üzerinde gerili olan, nereden bulup da tam da oraya koyduğumu bilemediğim mor (çiçekçilerin buketleri süslemek için kullandıkları türden)  tülü beğenmiş olacak, yuva bellemiş.

İlk hafta camın önünde başka kuş göremeyince Carmen'i single parent zannettim. Terk mi edildi, dul mu kaldı kaldı acaba diye dertlendiğim bir sabah baktım ki cama başka bir kuş kondu. O yan yan yürüyüp yuvaya doğru yaklaşırken ben onun Carmen'in yumurtalarına göz dikmiş bir saldırgan olduğuna emindim. Ben gerilmeye başladım ama Carmen pek de oralı olmadı. Derken yer değiştirdiler, bizimki karşı apartmanın camına uçuverdi. Bu arada benim yumurtaları yiyeceğinden emin olduğum saldırgan da gidip Carmen'in kalktığı kuluçkaya oturdu. Kumruların cinsiyetlerini ayırdedemediğim ve erkek kumruların da kuluçkaya oturduklarını henüz öğrenmemiş olduğumdan önce şaşırıp sonra da heyecanlandım: Allahım, yoksa camdaki kumrular lezbiyen bir çift mi?

Bu devir teslime bir türlüdenk gelemeyip varlığından ancak ilk hafanın sonunda haberdar olduğumuz ikinci kumrunun adını yine Milo koydu: Jean. Sonra ben bir google'layıp erkek kumruların dişileriyle dönüşümlü kuluçkaya oturduklarını öğrenince kız ismi olan Jean'i erkek ismi olan Gene ile değiştirdik. Yani aslında okunuşu farketmedi ama yazılışla erkeğimizin façasını toparlamış olduk.

Öyle işte sanghacığım; Carmen ve Jean ile tanışın. Günde bir kaç defa nöbeti birbirlerine devrediyorlar. Artık bizden bir zarar gelmeyeceğini de anladılar galiba, açık camın önünden geçip  yuvaya doğru  yürümeye çekinmiyorlar. Ya içeri dalıveririlerse diye ürküyorum bazen. Ne zaman yabancı bir kuş gelip pencerenin uzak köşesine konsa daha yuvaya doğru yürümeye başlamadan Gene çıkıp geliveriyor hemen. Kaç defa gördüm başka kuşlara kafa tutuşunu, kahramanım <3 Şimdi bekliyorum ki kuluçka zamanı sorunsuz geçsin,  yuvadaki iki yumurtadan sağlıklı iki kumrucuk çıkabilsin.

Camın benden  tarafında da bir kuluçkadır sürüyor sanghacığım. Bekliyorum. Beklemekle gelmiyor ne yazık ki iyileşme. İş biraz yorucuydu bu ay, iki gece üstüste uykusuz kalınca bayağı yaşayan ölü kıvamında bir kaç gün geçirdim. Onu yapma bunu yapma derken yogamdan geriye yalnızca en zor harelketler kaldı. Hevesim kurudu iyice. Bu sabah hadi canım dedim, hadi bak Leros'a  gidebileceğin de belli oldu sonunda, yavaştan başla tekrar. Hem enerjim yok diye şikayet ediyorsun hem de pili şarj etmek için hiçbir şey yapmıyorsun.

Kaderime boyun edip  ısınmaların ardınan kendimi beş dakikalık vaişakaya ile terbiye etmeye giriştim. Civa çalana, sonra vahnili gualı çök kalklar. Başım dönüyor her kalktığımda, ter fışkırıyor, nefes dersen....nefes...bandha...bandha yapıyor muyum ben bu geçişte yahu? Yoo, yapmıyorum vallahi. Yapayım mı? Yapayım tabi , yapayım da hatırlayayım kas gücüne dayanınca kendimi nasıl boşuna yorduğumu. Yapayım da karnımın içindeki asansör ile tekrar tanışayım.

Velhasıl bu sabah udiyana ile kavuşmuş olduk.  Ve yogayla. Ve yalnızca yoga yaptığım günlerde yazmaya hakkım olduğunu düşündüğüm için uzak kaldığım sanghamla. Ah, bir de asıl kavuşma eylül ile olan benim için, yılda bir defa yaşanıyor. Bayramınızı boşverdim, Eylül'ünüzü kutlarım sanghamu. Zilhicce'nin geri kalanında daha sık yoga yapıp daha çok yazabilmeyi istiyorum. Harika kitaplar okuyorum, astroloji kursuma da zaman ayırmaya başlayabildim sizle görüşmeyeli, her yandan ilham ile besleniyorum. Hayat zor, hayat güzel, hayat zor ile güzelin arasında, nefes alışla verişin arasında, tutuşla salıverişin, Gene ile Carmen'in, sizinle benim aramda, yaz ile kışın arasında, arada, aralarda, geçişlerde, transitlerde çok güzel bir şey var. İşte o da kutlu olsun canım sangha.

24 Ağustos 2017 Perşembe

güneşin güneşliği, benim aylığım...







Güneş tutuldu diye ayılıp bayıldık ya, güneşin bir şey yaptığı yok farkındasınız değil mi? Güneş bildiğim kadarıyla durupduruyor öyle. Milyonlarca yıldır aşağı yukarı aynı yerde (çok çok yavaş bir dönüşü var kendi etrafında diyor kaynaklar), milyonlarca ışık yılı uzağımızda hem de, için için yanıp kavrulmaktan, dünya üzerindeki şu halimize baka baka adeta kendini tüketmekten başka bir şey yapmıyor aslında. Adeta diyorum, yoksa güneş kendini tüketmekte mi gerçekten bir fikrim yok, am ben güneş olsam; galaksinin bir yerlerinde ısısından nemine, atmosferindeki gazlardan toprağındaki minerallere her şeyin böyle mucizevi bir ahenkle bir araya geldiği ve yaşamın filizlendiği bir gezegeni aydınlatıyor, besliyor, ısıtıyor, yaşatıyor olsam, bu şanslı gezegendeki güya akıllı canlıların kurduğu düzeni gördükçe içim yanardı çünkü. Allahtan biz yogiler (ben hariç: ben hala güneşe selam yapamıyorum, üstelik  bu gün gitiğim fizyoterapistim karkottaka ve ardha bhujanganın da üstünü çizdiğinden yine bana hüsran yine bana hasret…) güneşi selamlıyoruz da arayı yumuşatıyoruz biraz. Sırf biz değil tabi;  dünyanın elektriği olmayan sayılı bölgelerinde yaşayıp hala onun hükümdarlığında uyuyup uyananların; güneşle bağını koparmayan çiftçilerin; onların ekip biçtiği güneş boyun eğmiş türlü ekinin, yemişin, meyvenin, sebzenin; yerin altı ve üzerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışan binlerce canlının yüzü suyu hürmetine hala orada durup da parlayışı. Bir yemin etmiş, dönemiyor. Bir gün gezegenizdeki bütün hamlar pişene; olmaz ya, herkesler aydınlanana  kadar yeri başımızın üzerindeki yeri sabit.

Bizim halimiz ise bence daha çok (Musti Sandal’ın muhteşem dizelerinde dile getirdiği ve Onurcuğumun da daha evvel bahsettiği üzere) aya benziyor. Bir kere hareketliyiz.  Ay burçtan burca, biz duygudan duyguya koşuyoruz, durduğumuz yerde duramıyoruz bir türlü. Bir aydınlığız, bir karanlık, arada da halden hale giriyoruz ya; hiç biri nihai olmuyor. Tam aydınlanıcaz, bir gülme,  ah keşke gülme olsa yahu, çoğu zaman da  bir ümitsizlik, bir melankoli, bir inançszılık, vazgeçiş, kıskançlık, kıyas, üzüntü artık sizin şeytanlarınız hangileriyse bir haller geliyor;  peşinden de ışık çekiliyor, küçülmeye başlıyoruz.

Ay nasıl güneş ile kurduğu ilişki ile ifade buluyorsa göklerde biz de başkaları ile ilişkilerimiz ile tanıyoruz ben’imizi. Astrolojik olarak da en çok güneş burcumuzla tarif etmeye alışkın olsak da kendimizi aslında daha çok ay burcumuz gibi davranıyoruz. Bize kolay gelen o oluyor.

Bir de kendimizi küçümsediğimiz gibi ay’ı da küçümsüyoruz sanki. Özellikle de  güneş tutulmasından bahsederken. Yahu  mini minnacık ay, gidip koskoca güneşin önünde durmaya cesaret ediyor, babasının tam kalbine nişan alıyor icabında 🙂 biz hala güneş de güneş diye tuturmuşuz… Bence güneş tutulması yerine başka bir ad bulmalıyız, ay tutması diyeceğim ama o da çok otobüs tutması gibi geliyor kulağa 🙂 Keşke ayın daha çok onurlandırılacağı başka bir isim koysak bu muhteşem seyirliğe.

Şaka ediyorum tabi, hoşuma gidiyor kendimce komik böyle şeyleri size yazmak ama her şakadaki gerçek payını da teslim edesiniz istiyorum.

Yoga ben olsam da olmasam da orada, öyle güneş gibi  sabit duruyor; aydınlatmak, ısıtmak, pişirmek, değiştirmek, dönüştürmek üzere. Sonra ben çıkıyorum sahneye, bütün aylığımla ben. Çok değişiyorum, bir çok iyi geliyor yoga bana bir çok kötü, bir o hocaya yanaşıyorum bir bu hocaya (pre-shadow zamanlarımda tabi), bir kat daha soyunuyorum ısındıkça, ay hiç beğenmiyorum o alttan çıkanı, gördüğüme göreceğime pişman oluyorum, bir süre karanlıkta kalayım daha iyi diyorum. O da uzun sürmüyor, haydi sil baştan. Bazen de işte şu sıralar yaşamakta olduğum gibi; yogamla arama giriyorum. Omzumu, kalçamı, minicik, ufacık bir yerimde bir kası, bir siniri sokuyorum yogayla arama, sakatlanıyorum, tutuluyorum. Tıpkı küçücük ayın koskoca güneşin önünden geçerken ışığına engel oluşu gibi, kendi kendimi yogamdan mahrum bırakmış oluyorum kendi elimle.

Bir de biliyorum, kendimi aya bu kadar benzetsem de,  ay olduğum  kadar güneşim de aslında…aslımda….Ha ve tha…ikisinin arasındaki dengeyi bulmak. Ay duygusallığım ise güneş hem irademin ateşini yakan güç, hem de farkındalığın ta kendisi.

Dördüncü ayımız kutlu olsun sanghamu. Kolay değil bir hocanın huzuruna çıkma heyecanı ya da bir sınıfın, dersin dayanağı olmadan üç ay (bendeniz için biraz sakat ve aksak ritimle de olsa) her sabah güneşin huzuruna çıktık. Bu kendine çıplak gözle bakmak demek, acıtıyor bazen. Bunu beraber başardık. Hem aylığımız, hem güneşliğimiz kutlu olsun, eksik kalmayalım ikisinden de.  Size iki hediyem var, biri yazının başındaki fotograf. 2015 Mart’ındaki tutulmada kendi elcağızımla çektiydim. Amerikanya’dan dönüş yolu üzerinde gerçekleşmişti tutulma, aşağıda İskoçya’nın kuzeyi seçiliyor. Tutulmadan evvel uzun uzun da kuzey ışıklarını sunduydu cömert kainat seyredelim diye. Dünyanın sihrine hayran, dolu gözlerle izlemiştim.

İkincisi ise bir şarkı. Sing to the moon. Bu ay da beraberce Ay’a şarkımızı söyleyelim.

İyi ki varsınız! İyi ki ben de varım!

17 Ağustos 2017 Perşembe

illa ice bucket challenge mı olsun?

Birkaç yaz evveldi; bir ice bucket challenge modası vardı hani, hatırlıyor musunuz? İnsanlar buzla karşık  bir kova dolusu suyu başlarından aşağıya döktükleri kayıtları yayınlamaya başlamışlardı. Amerikada pişip, doğu kıyısından batı kıyısına varmadan evvel küçük Amerika’mız, canımız memleketimize ithal ediliveren bu moda da neyin nesi diye düşünmüştük. Manası kendinden sonra ulaşmıştı, şimşekten biliyoruz: önce görür sonra duyarız. Meğer ALS hastalığına dikkat çekmek içinmiş. Sadece kafandan aşağı buzlu su dolu kovayı dökmekle bitmiyormuş iş; bir araştırma fonuna para bağışlamakla tamamlanıyormuş diye öğrendik. Kimler bağış yaptı kimler videolarını çekip eğlencelerine baktı; kimler yardım için, kimler ıslak beyaz t-shirtlerden memeleri göstermek için katıldı bu furyaya onu bilemeyiz tabi ama bu sayede bir dolu ünlüyü ebleh halleriyle izlemiştik. Nereden çıktı şimdi ice bucket? Şuradan: Yahu, geçen ay kafamıza buzlu yağmurlarını tüküren allah baba bize bir ice bucket challenge yapıyor gibi değil miydi? Alooo, ordakiler, farkına varın artık; bir şeyler yanlış gidiyor. Emanete hıyanet ediyorsunuz. Huuu! Aşağıdakiler, size diyorum!!! Mesajların her türlüsünü görmezden gelmekte usta olan, kulak arkası ede ede kulaklarımızın arkasında kişisel mesaj çöplüklerimizle yaşamaya alışkın hale gelen bizlere, anladığımız dilden, korkunun dilinden konuştu sanki. Soğuk bir duş almak yetmiyor ayılmamıza, öyleyse İce bucket challenge!!! Devrilen ağaçları gördükçe içimiz acıdı. Kuşlar, kediler, evi doğa olan bütün hayvancıklar telef oldu. Bir de hepimiz ürktük, korktuk. Uzun zamandır korkunun dili egemen gezegenimizde. Düzenin dili korku. İşin kötüsü korktuk diye bir şey de yapmıyoruz. Donduruyor bizi korku. Değişim zor. Çarklar dönüyor. İçinden bir çıkan, bir de çıkmayan pişman.

İyicene içimizi kararttım ama bir de şu var: Dışarıda işler böyle de içeride çok mu yolunda? Üzerinde yaşadığımız gezegen bu haldeyken ruhlarımızın kişisel gezegenleri, bedenlerimizde neler oluyor? Sizi bilmem ama bende durum pek iç açıcı değil arkadaşlar. Mayıs ayından beri bir omuz ağrım var, yazıyorum kendisini bol bol buraya. Mayıs ayından beri demek ne derece doğru onu da bilmiyorum. İlk defa üç yıl kadar evvel hisettiğim, o günden beri boyun düzleşmesinden fıtığa, o da olmadı fibromiyaljiye uzanan çeşitli teşhisler konan ama hiç biri olmadığını içten içe bildiğim; masajlar, bardak çekmeler, saunalar, buharlar, yakılar, buzlar, ilaçlar velhasıl fiziksel ve ruhsal her türlü terapiye nanik yapan bu rahatsız hal mayıs ayında zirve yaptı diyeyim. Yaz tatilimin üçüncü günüydü teşrif ettiğinde, koca yazı sol omuzumda geçirdi. Tam iyileşecek diyorum, başa sarıyor….

En son yogaya iki hafta ara verdim ki iyice dinleneyim. Hoş, zaten mayıstan beri koluma, omzuma yüklenecek hiç bir şey yapmıyordum ya, yine de yorgundum, durmak gerekliydi. Karpuz yata yata büyür ama ben karpuza değil gerçek bir yogiye dönüşerek büyümek istediğimden bu kadar yatmak yeter deyip yogama dönmek için gün sayıyorum.

Bir evvelki gün, dördüncü gün yogasıyla açılışı yapmak vardı aklımda ama oyalandıkça oyalandığımı gören, akşamüstüne bıraksam dediğimi duyan birileri ; canım anlaşıldı sen bugünü heba edeceksin, iyisi mi bir uç da gel dermiş gibi, çalan telefonla bir uçuşa çağrıldım. Yoga da düne ertelenmiş oldu anlayacağınız.

Dün gölge savaşçısının dönüşü isimli prelüdümüz ile başlayıp, bolsterlı yer hareketleri ile biten çalışmamın ardından bir gati de oturayım dedi. Saati ( aplikasyonu yani) kurdum. Nefesimi izlediğimi sanıyordum ama baktım bütün dikkatim toplanmış, bir ok olmuş. Onu izleyince sol omzuma vardım. Planlamamıştım bunu şaşırdım ama izlemeye devam ettim. Çok uzun sürmeden, çok vakti yoktu zaten, 24 dakikanın neresindeydik bilmem, konuşmak istediğini anladım. Hani bazen birinin dolduğunu hissedersiniz. Görürüsünüz. Niyetiniz olmasa da, abuk olduğunu bilseniz de (bu kişi bir yabancıysa mesela) bir soru gelir dilinizin ucuna. Cevabı duymak istemeseniz de, canınızın yakacağını bilseniz de ya da ne bileyim belki de cevap zerre kadar umrunuzda olmasa da o soru ağzınızdan çıkar. O soru dillenmek için sizi seçmiştir. Başka yolu yoktur. Ben öyle pek omzumla, kalçamla falan konuşabilen biri değilim. Konuşulamaz diye değil, onlar dilsiz diye değil, bu durum abuk diye değil. Daha evvel denedimdi, Melis demişti konuş onunla diye; sordum da ama cevap falan alamadım. Belki soramadım, belki cevabı duyamadım, belki zamanı değildi. Ama işte dün o soru ağzımdan çıktı, ben bir şey yapmadan çıktı: Sen kimsin? Ağrım, ya da ağrılı omzum cevap verdi: O benim kaygımmış. Ne kaygısı dedim, gelecek kaygısı dedi. Ben bu cevabı anlamaya çalıştığımı sanıyordum ki birden kendimi inanılmaz ağır hissetmeye başladım. Oturur haldeyim; ellerim ağır, kollarım, bacaklarım, kanım ağır, tenim, saçlarım…. Sedece ağır değil büyüğüm de. Kocamanım, bir devim. Ağır ve sıcak bir şeyle dolu bir kazanın içinde eritmişler sanki beni, bir kamyonet kasasını dolduracak denli genişliyor bu ağır ve yoğun varlığım. Sanki her hücremin üzerinde defalarca ağırlaştırılmış bir atmosferik basınç hissediyorum. Allahım ben bu hissi o kadar iyi biliyorum ki; çocukluğumdan tanıyorum bu hissi, bunu ilk duyuşum değil, eminim. Bu, hayatı taşıma alışkanlığım olabilir mi benim? Her şeyi sırtlanışım, yüklenişim böyle mi hissediliyor ruhumda. Bu ne zor bir varoluş…

Yoga nidradan alışık olduğum bir egzersiz var, vücüdunda hafif bir his buluyorsun. O hafif yerden bedenine bir hafiflik yayıyorsun. Tüy gibi, pamuk gibi hafif. Zıt kutuplarda götürüp getiriyor seni dış ses yoga nidrada. Bİr hafif, bir ağır; bir sıcak, bir soğuk.

Öyle zor geldi ki o ağır halde durmaya devam etmek, kalmak da istemiyorum, kalkmak da. Bekliyorum geçmiyor, daha kalabilir miyim böyle kestiremiyorum. Bedenimde bir hafif yer bulabilir miyim diye düşündüm bir an. Yoga nidradaki gibi. Taradım, taradım, yok. Zihnimden yoga nidra geçti diye galiba, bir an hocam Beatrix’i düşünmekte olduğumun farkına vardım. Hemen sonra da o ağırlık hissinin geçtiğinin.

Sarsıcı bir deneyimdi, bir nevi ice bucket challenge. Meşazı aldım 🙂 Anladım. Tamam. Bilmiyordum. Bu kadar ağır olduğunu bilmiyordum. Ya da daha hafif olunabileceğini mi bilmiyorum esas acaba?

Bu sabah güce adım prelüdünün bir kısmını yaptım. Omzumda buz torbasıyla size bunları yazıyorum. İstanbulda hava bir açıyor, bir kapıyor. Dilerim yine aynı küçük kıyamet yağmaz başımıza bugün. Ne içeride, ne dışarıda. Sizi kulaklarınızın arkasını bir yoklamaya davet ederim, belki sizin de duyup oraya attığınız bir şeyler vardır. Oradan bir şeyler çıkartırsınız. Buz kovası olup da başınıza yağmadan çıkartırsınız belki oradan bir şeyler. Bir ağrı olup bir yanınıza yerleşmeden. Bunu yürekten dilerim.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

çünkü sevmek en kolay...

Dün gece yatmaya yakın içimde bir yazma hevesi şırıl şırıl nehir oldu aktı. Uyuyuncaya kadar neler neler yazdım zihnimin hayalı daktilosunda. Rüyalarım da bir renklendiler birkaç zamandır. Dün de rüyamda harıl harıl anlattım, kendimi ifade edebildikçe keyiflendim, çoştum. Sabah kalktım o şırıltılı nehir hala akmakta, hala diyecek lafı var. Kendini anlamak ve anlatmanın, içerideki ve dışarıdaki hayatı aktarmanın zevki sürüyor. Neden böyle olduğunu tahmin edebiliyorum. Son dört gün biri Murat Gülsoy ikisi  Ayfer Tunç’a ait üç kitap ile geçti. Onları okudukça benim içimdeki anlatma canavarı uyandı. Ağzını şaklata şaklata bekledi ki ben oturup da yazayım. Ama işte bir türlü oturup da yazmadım. O da seni mi bekliycem dedi zaar, sen ister kayda geçir ister geçirme yavrum ben yazıyorum. Dün akşam o gazla başladı konuşmaya. Sanki kafamın içinde biri bana birşeyler dikte ettiriyor, hızına yetişemedim.

Yazmak biraz gazoz gibi sanki. Şişenin kapağı açılınca hemen kafana dikmezsen gazı kaçıyor. Aman nasıl olsa hatırlarım dememek lazım, hatırlanmıyor. Tadı değişiyor. Şu deli defterini tutmaya üşenmemek gerek.

İlk iki paragrafı okuduktan sonra yazının sonuna varınca aman bunu mu anlatmak için çağlıyordu için diyeceksiniz diye korkuyorum. Hayır, başka şeylerdi dün beni o kadar heyecanlandıranlar ama işte şimdi elimizde bunlar var. İdare ediniz.

Uzundur kurmaca okumaya ara vermiştim. Yoga ile ilgili, psikoloji ile ilgili olmayan okumalara burun kıvırır olmuştum bir süredir. Hele de yoga ile ilgili okumalarda bir eşikten geçtiğimi,  on yıl evvel okuduğumda bir şey ifade etmeyen metinleri anlayabilmeye başladığımı ayrımsayınca bütün vaktimi ona adamalıyım diye kendimi şartladım belki de. Vazgeçmek de istemiyorum yoga okumaktan. Önemsiyorum. Ama kurmaca okumak da öyle keyifli geliyor ki şu sıralar, o yoga kitaplarına canım azıcık yana kaykılın da şu romanlara yer açın diyorum artık, saygıda kusur etmeden diyorum aman yanlış anlaşılmasın. Sonra bütün bu okuma eylemine bir de yazmayı eklemek için başka başka yerler açmak lazım geliyor hayatta. Bir şeyler tasnif edilecek, ayıklanacak, atılacak ki yer açılsın. Benim hayat zaten sıkış tepiş. Yazları eksik olmayın hepiniz bir yerlere gitmek istediğiniz için biz de evde oturamıyoruz. Bir aya üç kıta, onlarca şehir sığıştırıyorum, araya dostlar, arkadaşlar, aile. Bazı sabahlara yoga ve meditasyonlar bazılarınaysa ağrılar ve üzüntüler. Bir omuz hastalığı; hala geçmeyen ve bu amaçla görülmeye devam edilen doktorlar, terapistler, masajlar. İleri, geri giden gezegenler, büyüyen, küçülen, tutulan güzelim ay, gökyüzünde değişen açılar, bakışımda değişen açılar; heyecanlar, hezeyanlar, bunalımlar. Bir de astroloji kursu var parasını ödeyip de henüz kapağnı açmadığım. Sonra bir Suzan ve Levent var; ne zamandır ben hikayelerini yazayım diye bekliyorlar.

Ben de bekliyorum. Bir süredir bir yanımı anlamayı bekliyorum. Çok uğraştırıyor. Bekliyorum. Zihnimdeki bu yoğunlaşma tamamlansın, dönüşsün de bir yağmur olsun bu düşünce; bedenime insin ve ben de artık onu bir his olarak tarif edeyim. Edebileyim. Daha fazla düşünmeden hissederek anlayabileyim onu. Daha olmuyor. Olmadıkça kendime yükleniyorum, yüklendikçe inadına daha da olmuyor.

Geçen uçakta dizlerimin üzerine çökmüş bir şeyleri kontrol ederken önce kendi kendime dedim, sonra yanımdaki kıza tekrarladım: ben bu işi seviyorum. Yorgunluktan gebersem de, gözümden uyku da aksa seviyorum ben bu işi. Sevmeden yapılır iş değil zaten de işte yirmi yıl sonra hala heyecanlanıyorum ben önümüzdeki ayın programı için.

Dün yatmaya yakın yine bir sevgi seli yaşandı hayatla aramda. Sevmeyi seviyorum ben dedim. İş bahane. Sen de bahanesin sevgilim. İçimde çağlayan bu sevgi çoşa çoşa akmak, dünyaya, insanlara katılmak istiyor. Aslında sevgimin huyunu değiştirebilmeyi isterdim. Gözü dışarda. Keşke hemen dışarıya, başkasına katılmak istemese de önce içimde dolaşsa şöyle güzel güzel, uslu uslu. Büyük P’li Prana ile sulasa önce buraları, şuraları. Yıllardır beğenmediğim vücüt parçalarımı, ruh parçalarımı bana katsa, gidip hemencecik başkasına katılacağına. Böyle küçük ve heyecanlı bir çocuk gibi koşa koşa sevmese de artık biraz yavaşlasa, sakinleşse, durulsa. Yetişemiyorum bu sevgi seline ben. Üstelik sel diye boşuna demiyorum akıp giderken benim sınırlarımı da yerle yeksan ediyor sağolsun. Ben dağılıyor bu akışın içinde, sen de kalmıyor. Doğası bu, nasıl kızayım ona? Bu vahşi sevgimi nasıl ıslah edeyim. Başlığa şarkıyı yazdım çünkü gerçekten de sevmek en kolay. Hatta bazen benim için sevmek işin kolayına kaçmak mı diye düşünüyorum son zamanlarda. Çünkü haklıyken bile kızgın olmak, sevmemek öyle zor geliyor ki…anlatamam.

Bilemiyorum işte sanghamu. İki hafta oldu yoga da yapamıyorum üstüne üstlük. Bu Zilkade ayı canıma okudu. Google sağolsun, anlamına baktım: Cahiliye devri Arapları tarafından hurmaların olgunlaşması, hasadın toplanması anlamında kullanıldığı da yazıyor, oturmakla geçen ay, oturma zamanı demek olduğu da. Oturdum bu ay, bak o doğru. Yarın artık kırmızı çadırın 4üncü, zilkadenin 23üncü günü ve bu kadar oturduğum yetti deyip elsiz kolsuz yogama geri döneceğim. Hurmaların olgunlaşmasına gelince, içeride ve dışarıdaki bu kadar ateşin o hurmaları pişirmiş olduğundan şüphem yok. Yarın yoga olurken o beklediğim yağmur yağar belki. Belki  sevgim içimde daha evvel akmadığı bir yola girer, besler kendini. Belki de hiç bir şey olmaz. Varsın olmasın. Nasıl olsa sevmek en kolay.

1 Ağustos 2017 Salı

revizyon 01

Ne zaman birinin  ''akıl dağıtılırken sen neredeymişsin'' deyişini duysam hayalimde dünyaya yollanmadan evvel, bir aşevinde yemek sırasında beklermiş gibi sıraya girmiş  ruhlar ve sırası gelenin kabına (kafatası?) bir porsiyon akıl koyan biri canlanır. Bu biri yaradan değil tabi, o daha önemli mevzularla meşgul olmalı.

Bu akıl sırası gibi başka sıralar da hayal edilebilir değil mi? Mesela ben şu son hafta iyice emin oldum ki dharma ve karma dağıtılırken ben sıranın en önündeydim, hatta sırada sabahlamış olma ihtimalim de çok yüksek. Hani eskiden konserlerde kapı önlerinde saatlerce önceden kamp kurardık ya! Ya da daha gençler de anlasın diye şöyle diyeyim; hani apple iphone'un bir üst modelini satışa çıkaracağı zaman dükkana ilk girenlerden, yeni sürümü ilk alanlardan olmak için gecenin bir körü sıra sıraya girilip  bekleşiliyor ya; işte öyle bir bekleyiş.

Vakit gelip de dağıtım başlayınca heyecanla atlıyorum: Evet saygıdeğer görevli, bana bol bol verin artık o görev mi, ders mi, o neyse ondan. Zor bir baba, oh evet verin! Zor bir anne mi, lütfen çekinmeyin, bol bol alayım. Başa çıkması zor bir kendilik hissi mi, ayıp etiniz, bana koyar mı! İş mi, amaaan ; düzenlisini herkes yapar siz bana şöyle en düzensizi, en meydan okuyucusundan verin!!! Bu kadar yükü kaldıracağımdan emin değil misiniz? Bakın şimdi çok üzdünüz beni: telafi etmek için iyisi mi ben sevgililerin de en zorlayıcı olanlarından alayım. Bakın şu kendini sevme, kendine güven falan gibi şeylerden fazla koydunuz, birazını bırakıp yerine kendini kıyasıya eleştirmeden alsam diyorum. Bir de şu herkesi mutlu etmeye çalışmaktan irice bir tutam alabilir miydim size zahmet. Ne? Ne halim varsa göreyim mi? Heheh, görürüm tabi sayın yetkili! Challenge accepted. Merak etmeyin, herşeyi hallederim ben. Haydi, bir dahaki sefere görüşmek üzere!

Böyle yaptığıma eminim çünkü burada, dünyada da aynı kafa yapısını sürdürüyor, kendime yüklendikçe yükleniyorum. Dinlenmelisin diyenlere cevabım: ya dinlenmek demeyelim de daha az çalışmak diyelim ona (true story). Dinlenmek o kadar ters ki bünyeme, kelimesine bile kabul edemiyorum. Bir şey mi yapılacak ya ben yaparım ya da yapamadığım (yetişemediğim) için kendime dünyayı suçluluk duygusuyla zindan ederim.

Misafir hocamız kursta bir ara herşeyin bir vakti var dedi. Bir çalışma vakti, bir dinlenme vakti, bir özümseme vakti gibi… Bakın, eğer hep aynı vakitte takılıp kalmışsanız bir şeyler ters gidiyor demektir. Yoga zıtlıkların arasında dengede kalmayı araştırmaktır. Bunları ders notlarına bakmadan yazıyorum, belki bambaşka bir şey söylemiştir de benim aklımda bunları uyandırmıştır; zan altında bırakmayayım kendisini.

Bir süredir (son on yıl mesela?) ben sürekli koşturuyorum. Derse, dersten uçuşa, uçuştan eve… Evde de işleri birbiri ardına ekliyorum hep. Aman derli toplu olsun, aman yemek de yapayım, aman iki gün sonraya bu lazım olur hazır edeyim, aman şu, aman bu… Yani aslında aman ben durmayayım, dinlenmeyeyim de ne yaparsam yapayım. Daha evvel de yazmıştım; zihin için bedeni feda etmek diye. Kafam rahat etsin diye bedenimi sürekli işlere koşmaktan bahsettiğim o yazı da bu yazıya gebeymiş demek ki.

Geçen yeni aydan sonra öyle çok çalışmam gerekti ki sistemim çökmeye başladı sanki. Şükür hasta falan olmadım ama olmayacak yerlerde ağrılar başladı, duygusal durumum İstanbul'un efsanevi tayfununa tutulmuştan beter. Gönlümce yoga yapacak zamanım olmadı ya olsaydı da halim yoktu be sanghamu. Bu bir haftalık süreçte belki iki ya da üç sabah yine de erken kalkıp elimden geleni yaptım. Bu da ayrı bir meydan okuyuş tabi. Sen içinin gittiği bir kurstan yeni çık, bir sürü şeyi yapmayı, fiziksel olarak güçlenmeyi hayal et üzerine böylesi bir fiziksel çöküş yaşa…

Çareyi yeni ay kararlarımı revizyona sokmakta buldum sanghacığım. Bu ay döngüsünün geri kalanında ve bu gün adım attığımız sayın Agustus'un ayının 31 günü boyunca ben dengede olmayı ve bedenimin iyileşmesini, gücüme kavuşmayı deneyimlemek istiyorum. Bu niyetimi merkezimde bir mum gibi yakıp her yaptığımı bu mumun ışığında yapmayı denemeyi bekliyorum kendimden.

Bu sabah erken uyanmadım ama geç diye de kaytarmdan ikinci prelüdün büyük bir kısmını yaptım. Tekrarlarla, hissederek. Yormadan ama tembelliğe de kaçmadan. Asanalardan sonra da oturdum uzunca. Bir yerde gözlerim kendiliklerinden açıldılar. Öyle olunca zorlamadım kalktım artık.Burçe gibi ben de sizlerden ses duymaya alışmışım. Yokluğunuzu hissediyorum.  Ben ses edeyim de belki siz de edersiniz diye oturdum bunu yazdım şimdi. Ay gökyüzünde hala büyümekteyken; ben de büyüyorum onunla. Herşeyin bir vakti olduğunu kabul ederek, herşeyin bir vakti olmasına izin vererek…

24 Temmuz 2017 Pazartesi

neye niyet? hangi istikamet?

Dört günlük bir kursa gittik, kafamız da kalbimiz de açıldı da ben son zamanların en büyük dersini yine hocamdan aldım dün. Kısacık bir cevabının içinden süzülen aydınlık, gölgelerimden birinin daha irice bir parçasını  yuttu, yok etti. Gölge de olsa insan yıllarca kendi bildiği bir parçasına tutunuyor. Değişmek istiyorum diye kendimi paralasam da bir yandan yengeç gibi asılmış bırakmıyorum.

Guru bu mu oluyor sangha? O da benim gibi karanlık bir yerden çıkmışsa da yola, artık daha aydınlık bir yere varmış. Oradan konuşuyor benimle, onu yansıtıyor. Onun o aydınlığıyla olmak ondan mı bu kadar güzel? Bazen gölgelerimiz, bazen yolumuz biraz daha görünür oluyor onun varlığında. Ay nasıl konumuna göre başka başka şekillerde alıp yansıtıyorsa güneşin ışığını, belki bizler de her neresindeysek yolumuzun ona göre bir yerimize düşüyor o ışık. O yüzden her kurstan, dersten, birliktelikten her birimiz başka başka şeyler öğrenip ayrılıyoruz.  Bazen de işte uzaktan bir mum yakıyor.

Bana iş yerinde hep “ay ne güzel sizin hiç egonuz” yok diyorlar sanghacığım. Bu bir iltifat olmadığı gibi mümkün de değil. Evet ben belki onların alışık olduğundan farklı biri olduğumdan böyle söylüyorlar ama bunun egomun olmamasıyla ilgisi yok. Olmaz olur mu hiç egom?  Üşenmesem de bana bunu söyleyen herkese Hocam’ın şu yazısını okutabilsem keşke. Benim egom sansar sinsiliğinde. Hepimizin istediği sevgi ve kabullenme ise benim egom farkına varmış ki bağırıp çağırmakla olmuyor bu iş. Onun yerine “şirine” yi oynuyor. Baştan veriyor da veriyor; sevgi, anlayış, hediyeler, alan, özgürlük. Kaz gelecek yerden tavuğu esirger mi hiç! Çakal! Sonra ama, işler beklediği gibi gitmez de bu yatırımlarının karşılığını alamazsa önce kendi burnundan getiriyor sonra da gücü yeterse karşısındakinin icabına bakıyor.

Bu çakal ego bir de derme çatma çadır kurmuş; ne zaman biri onu hedef alacak olsa elimden tutup beni de sürükleyerek soluğu orada alıyor. Bir  mağaram vardı ya benim, meğer bir de çadırım varmış ha sangha? Güya içine girince korunuyorum. Halbuki ego sadece beni değil kendi konumunu korumaya çalışıyor o çadıra girip de. Değişmek istemiyor, saklanıyor, alındım diye kandırıyor, mızıklanıyor. Onun çakallığı her birimizin içindeki bilgelik karşında sökmüyor elbette. Orada kalmaya devam edersem öğreneceğim her ne ise onunla arama bu çadır engelini koymuş olduğumu biliyorum. Bilgi egonun o yalandan alınganlığının çadırını (alınganlık egonun en sevdiği kandırmacası galiba) aşıp da dokunamayacak bana ve  ben  direndikçe hep öğrenmem gerekenle arama girecek bu çadır.

Yıllarla o yalancı korunma/saklanma yerinde kalma sürem daha da azaldı fakat henüz hala ve illa bir girip çıkıyorum bir oraya. Ama içeriden her çıkışımda yeni bir şeyi anlamış oluyorum. Çadırı biraz dağıtmaya, bozmaya da girişiyorum her seferinde.

Velhasıl dün yine kısa bir an oraya geri girdim. Çıkışta ne öğrendin derseniz sangacığım; niyetimin ne olduğu sorusunu pusulam yaparsam istikametimle ilgili kafa karışıklığımdan kurtulabileceğimi öğrendim.

Egom çakal demiştim az evvel. Hep bir ilgi, bir iltifat istiyor. Almak için vermek en kötü huylarından biri. Eğer her edimimde niyetim ne diye sormaya korkmazsam bu yüzleşmeler dramatik haller olmaktan çıkıp bana yol göstermeye başlayacaklar, biliyorum.

Ben bu yeni ay için bir kart çekmiştim. Hani şu çeşit çeşit kart desteleri var ya; meleklerden mesajlar, tanrıçaların gizemi  falan… İşte o tür bir destem var ve çok nadir de olsa arada bir kart çekesim geliyor. Kartların verdiği mesajlar da olumlu olduğundan arada açıp okumak için bile güzeller aslında, eğlenceliler de. Bazılarınıza çok boş ya da new age gelebilir; ona da diyecek lafım yok. Neyse; bu yeni ayda neye niyet edeceğime ilişkin bir yol gösterir diye çektiğim kart ”İntention” dedi. Ben de ona; e be canım ben neye niyet edeyim diye sana soruyorum, sen kalkmış bana neye niyet edeceğine dikkat et dikkat et diyorsun, anlaşıldı senden fayda yok dedim.  Kartın mesajı: Gayelerin (niyetlerin) deneyimlerini belirler. Gerçekleşmesini istediğin şeyler neler? Düşüncelerinin ve duygularının gerçek niyetlerini yansıttığından emin ol!  Tamam, olurum!

Hehheh, meğer hafife almışım kartı. Mesaj dün bir daha geldi: Hocam çok güzel sordu. Ne niyetle hareket ediyorsun? Ne niyetle yoga yapıyorum, ne niyetle yazıyorum, dilediğim şeyleri neyi almayı bekleyerek diliyorum? Hangi gölgemi beslemeye, hangisini yok etmeye hizmet ediyor eylemlerim. Birine bir şey verirken ne amaçla veriyorum? Bir şey beklediğim için mi? Verilen benden hiç bir şey eksiltmeyen bir şey olsa dahi (mesela bir yakına bir nasihat), eğer bu verişin karşısında bir alış (iltifat, mertebe, sempati, sevgi) beklentim varsa hala vermeli miyim?

Kafamda bu soruları demlenmeye bıraktım sanghacığım. Bir yandan aklımda başka bir ışık kaynağından öğrendiğim şu bilgi var; işim kendime bir şey eklemekten ziyade beni ben olmaktan alıkoyan engelleri ortadan kaldırmak. Az evvel bahsettiğim beklentiler beni ben olmaktan alıkoyan engeller değiller mi? Öyleler galiba.

Dün niyetlerimi yazmıştım. Sonra bu içgörüler ışığında tekrar kontrol ettim onları, ego ne kadar sızmış içlerine diye baktım. Neyi ne amaçla arzu ettiğimi tarttım tekrar. Hepsi sindi içime.

Kendi niyetlerimi kendime saklasam da hepimiz için ortak dileğim; bu ayın içinde attığımız her adım bizi yogamızın , nefesimizın, kalbimizin, bilgeliğimizin derinine doğru taşısın. Dilerim bu yola baş koyan herkes bir gün dışarıdaki  ve içirdeki hoca, usta, guru, adı ne olursa olsun o ışık kaynaklarıyla buluşabilsin. Yeni ayımız da sanghamız gibi içimiz açsın. Ay bir de Yaz Sıcağı çok satan bir kitap adı olarak kalsın, ağustos biraz cool olsun yahu, olmaz mı :) 

18 Temmuz 2017 Salı

korkmak ve inanmak

Bu gün sabah olacak oldu önce sonra aydınlık sanki bir adım geri çekildi; yağmur bulutları günü devraldılar. Deli gibi, bardaktan boşanır gibi, memleketçe tropik bir iklime ışınlanmışız gibi yağdı. Gece ikide de kulak tıkaçlarımı aşıp da kendini duyuran gök gürültüsüne uyanmıştım. Sabah beş buçuk alarmına gözümü açtım ama ayılamadım. Samapadaya varana kadar 7 oldu. Karnımın şişliğini dikkate alıp uddiyanaları bıraktım son bir kaç gündür. Balakramaya devam. Bedenimin sol yanında başıboş bir at gibi dolanan bir ağrı var ne zamandır. Omzumdaki incinmeden başka bir de bu var yani artık. Bir bakıyorum kalçamda, sonra böbrek bölgesinde, uzundur da sol ayağımının tabanı ve bileği arasında gezinmekte. New York’ta yürüyemez hale gelmiştim bayağı. Ondan bisiklet tuttum da yine de durmadım, oturamadım kıçımın üzerine.. Yoruldum tabi ama işte bu sefer de böyleymiş. Bazen turp gibi oluyorum çıkasım gelmiyor, bazen de sürüne sürüne sokağa atıyorum kendimi. Kara kara düşündüm ya dönüş yolunda canıma okursa diye ama üniformanın kerameti bir defa daha kendini gösterdi. Sanki başkasının ayağı, hiç mi ağrımaz; sağolsun. Dünden beri yavaş yavaş sızlıyordu, bu akşam iyice hissediyorum acıyı. Yarına osteopatla randevum var. Bakalım ne diyecek, nasıl gelecek?

Sabahki o havayı seviyorum. Yazın ortasında soğuğu, sabah sabah karanlık gökyüzünü, kışın sürpriz sıcak günlerini, çok yağmuru, çok karı… İşe gitmek zorunda değilsem daha da çok seviyorum. İşe varmayı becerdikten sonra ya hava muhalefeti yüzünden kapalı oluyor bizim dükkan ya da sallana yalpalaya uçuyoruz. Merak etmeyesin, hiç korkmuyorum sanghacığım . Korkusuz bir insan olduğumdan değil. Ne çok şeyden korkarım bir bilsen. Küçükken en çok karbon dioksitten korkardım. Nasıl öğrettilerse artık fotosentezi. Odamda çiçek varsa o saksı dışarı çıkmazsa uyuyamaz, gece anneannemin çiçek bahçesinden hallice balkonuna adım atmaz, karanlıkta ormanda olmaktan hele, ölümüne korkardım. Evimizin karşısındaki büfede satılmaya başlanan, ucuz bir külaha makineden dolan şu Mc Donalds tipi dondurmadan beni vazgeçirmek için anneannemin sadece içinde karbon dioksit varmış demesi yetmişti. Bir daha ağzıma sürmemiştim. Köpeklerden korkardım. Bağlı olanlardan bile. Denizden, vücüdumun görmediğim bir yerine ne olduğunu billmediğim bir şeyin dokunmasından, yosunlardan ve küçük de olsalar balıklardan da (hem sever hem de) korkardım. Koca kızdım, sevgilim vardı; hala karanlıktan korkardım. Bu korkular yavaş yavaş azalmaktalar. Hepten bitenler var, sürenler var. Ama işte allahın işi uçmaktan korkmadım, rızkımı çıkartabildim bu işten böylece. Korkanlara da aman dedim hep, korkuyorsanız da rahat rahat korkun. Bir de korkuyoruz diye utanıp sıkılmayın. Bazılarına benim nelerden korktuğumu anlattım, biraz rahatlasınlar diye. Güldüler. Ölümden çok korkardım, mezara koyuyorlar da öldüğünü o gece orada kafan tabuta vurunca anlıyor ve işte o zaman gerçekten ölüyorsun gibi, bir çocuğa asla anlatılmayacak saçma sapan bir hikaye anlatmış biri zamanında. Yıllarca onu düşünüp korktum. Otuzumdan sonra yarım yamalak inancımı bu ve benzeri safsatalardan temizleyip korkunun yerine sevigiyi koyunca o  bitti şükür. . Bir de babamdan çok korkardım. Ne acı; bir çocuğun var oluşunun elle tutulur iki sebebinden birine duyduğu en kuvvetli hissin korku olması ne üzücü. Belki diğer bütün korkuların kaynağı buradadır. Hala da rahat değilim babamla, çekiniyorum diyeyim. Bu baba korkusunun devamıdır galiba bazı insanlardan korkuyorum ben. Son zamanlarda, bu korkuyu bahane edip geliştirdiğim bazı sakınma (avoidance patterns?) paternleriyle gerçek benliğimden ne çok uzaklaştırıp hayatımı ne gereksiz bir yokuşa sürdüğümü farkettiğime sevinirken yıllardır kendime çektirdiğim eziyetlere ise üzülüyorum.

Geçen inanç mevzusu olmuştu ya; ben inanıyorum sangha. Neye olduğunu bilmeye ihtiyaç duymadan inanıyorum. Hayata inanıyorum. Geldik gidiyoruz, elimde canımdan başka inananacak başka bir şey de yok zaten. Sadece kendi hayatıma, canıma değil. Bu sabah trafikte elimdeki vegan sandviçi paylaştığım taksicininkine, beni en yanlış anlayan iş arkadaşımın, en canımı sıkan yolcunun canına, en duymak istemediğim şeyleri söyleyen ya da en çok kıskandığım arkadaşımınkine, anası babası kimdir umrumda olmadan içime sokmak istediğim çocukların canına… Olan herşeyin olmak zorunda olduğuna inanıyorum da … yine de isyan etmiyor muyum?  Ermiş değiliz sanghamu, elbette ediyorum: isyan da ediyorum, hata da yapıyorum, yalan da söylüyorum bazen kendime (çok çok daha seyrek de olsa bazen de başkalarına). Hayatın da çok umurundaydı. Ne yapsam kendi canıma yapıyorum. Sonra işte omzum ağrıyor, ayağım tutmuyor… Sonra da geçiyor işte :)

Bu günkü halimi böyle. Bu sabah sonunda patlayan gökyüzüne eşlik edercesine başlayan periyodumun ağrısız ve akıcı seyri yüzünden tuhaf hisler içerisindeyim. Yogadan sonra başlayan regl sağolsun bu günkü yogayı bana bağışlamış oldu. Sabahki tufana aldırmadan evden çıkıp kendimi bir taksiye attım ve normalden çok uzun süren bir yolculuk yaparak da olsa sanghanın bir kısmını kahve içerken yakalamış oldum. Ne güzel oldu. Bir süredir her bakımdan bu sabahki yağmur gibi bir fırtınanın ortasındayım aslında. Ama hayatın eli hep üstümde şu sıralar; bir soru sorsam cevabı geliveriyor, sevgiyi çok derinden deneyimliyorum, baktığım şeyler netleşiyor, güzelleşiyor gözümün önünde. Hayat bütün zorluklarına rağmen kolayca yaşanıyor içimde. Yaşama inandıkça onun büyülü örgüsü de daha sıkı, daha görünür bir hale geliyor sanki.

Ya işte; korkuyorum diye başladığım bu yazı seviyorum, güveniyorum diye bitince de şaşırıyorum. Yarın kırmızı çadır sannghacığım. Yolun sonuna da varmak üzereyiz. Ben soğanımın bir katmanını daha soydum diye düşünüyorum. Bu gün samapadada kendimi Ali’nin kapanış mantrasını sayıklarken buldum: sanghama selam olsun, sanghasızlık başa bela, sanghadan biri benim, ay onun, dur bidakka; sanghamın hepsi benim sevdiceğim

15 Temmuz 2017 Cumartesi

simple is best

Bir defa daha New York’tan merhaba canım sangha. Dün sabah buraya gelmek üzere yine sabah üçte uyanmam icap ettiğinden yogasız günlerime bir tane daha eklemek zorunda kaldım.

Dün istirahate çekilme vakti geldiğinde iş arkadaşlarımdan biri, erken kalkacak olmanın gerginliği ile yatağa yattığı zamanlarda düşüncelerin taaruzundan uykuya geçmesinin imkansızlığından bahsediyordu. Bu hissi biliyorum; sanki kurduğun alarm uyanman gereken ve çok da uzak olmayan o saate geri sayıma başlar başlamaz bir süredir hayatında çıkmazda olan, düşünüp de çözemediğin, anlam vermediğin ne varsa başına üşüşür.  Adeta alarm çalmadan hepsini yetiştirmek zorunda olduğun ödevler yığılmış. Kafanda olayları, yatakta bedenini evirip çevirip durursun; bir rahat bakış ve yatış açısına erişesin diye.

Bu hissi biliyorum evet,  şükür ki uzun, oldukça uzun bir zamandır zihnim beni uykudan alıkoyacak denli huzursuz değil. Dertler eksik mi hayatımdan? Değiller elbette ama ben o eski ben değilim.  Yaş aldıkça bir sürü sıkıntıyı arkamda bırakabildim. Yaşlandıkça sırtımdaki yük artmış olsa da hisedilen ağırlık azaldı sanki. O arkadaşıma da dedim ki: Gençken insan daha çok şeyi dert ediyor. Yaşlandıkça başına üşüşen düşünceler çok seyrekleşecekler. Dert etme! Şu ünlü videoda olduğu gibi; değiştirebiyor musun? İyi o zaman dert etme! Değiştiremiyor musun? E madem öyle, dert edecek bir şey yok!

Şimdilerde uykuya dalmak meditasyona benzemeye başladı. Baktım dert ettiğim bir şey geliyor aklıma şöyle uzaktan süzüyorum kendisini bir. Sonra bırakıyorum. İpini salıverdiğim bir uçan balon gibi bırakıyorum ve benden uzaklaşmasını izliyorum. Hala zihnimin gökyüzünde ama an be an daha uzak ve silik. O düşünceyi ve bir sonrakini ve bir sonrakini salıverdikçe; böyle böyle hem hafifler gibi, hem de sanki kendimden çok daha hafif,  bir başka boyuta doğru ağırlaşır, derinleşir gibi uyuyakalıyorum.

Dün öğleden sonra şöyle bir uzanayım diye yatıp gece onda gözlerimi açtım. Dışarısı Broadway’in ışıklarından sebep öyle tuhaf bir aydınlıktı ki anlayamadım önce; Neredeyim?  Saat kaç? Perdeyi kapattım ve devam ettim uykuya. Bu sabah dörtte kalktım. Küçücük ve havasız odada yogaya başlamak zor da gelse bu gün yogasız olmayacak. Yere çarşafı serdim mi otel halısından iğrenmemi bastırıyorum bir nebze.  Yine Balakrama.

Sonra sokaklar sanghamu. Hava sıcak ve nemli. Sabahtan sis vardı şimdi güneş parlıyor. O küçük ve havasız odamı değiştirdim. Kocaman iki pencereli bir oda verdiler bana. Keyfime diyecek yok. Şimdiden yere çarşafımı serdim; sabah yogasına hazırlık. Bir de günlük şehir bisikleti kiraladım. Gezip tozuyorum. Bir kısa merhaba demiş olayım böylece bu gün. Yarına da mazeret izni talep ediyorum; eve dönüş günü yarın, yazacak vakit olmaz gibime geliyor. Biraz hafif hissediyorum kendimi; basit hissediyorum. Önce bu his çok güzel geliyor; aydınlık… Bir cebir probleminden ziyade bir aritmatik sorusuymuşum gibi bir basitlik bahsettiğim. Komplikenin zıttı olan basitlik. Sonra hemen kötü başka bir hissi eşeliyorum; sanki zor olmam gerekirmiş, ağır ve karışık ve karanlık olmam gerekirmiş gibi. Yaklaşan regl götürüyor belki beni bu yola; bu hisler çok tanıdık hisler. Sonra ay diyorum yahu: SİMPLE İS BEST.  Boşver!  Ne diyordu guru? Why worry?

13 Temmuz 2017 Perşembe

bir defa daha: beden mi, zihin mi?

Dün yoga yapmadım sanghacığım. Fiziksel yoga yapacak bir fiziksel gücüm kalmamıştı. Hocamızın belirttiği ve dün Pınar’ın da yazısında değindiği gibi; anlatmıyorum ki mazeretim büyümesin ve de size de mazeret olmasın. Fakat işte dün öylece geçmiş oldu.

Bir evvelki gün ile ilgili söylemek istediklerim var asıl. Hatırlar mısınız, yumuşak ellerle karşılaştığım o sabah erkenden yogamı yapmış sonra da masaja gitmiştim. Sadece üst değil alt bedenle de çalışma fırsatını yakaldık o seansta nihayet ve bacaklarım iyice bir yoğrulmuş oldular. Masajdan sonra eve gidip dinlenmem gerektiğini biliyordum ne var ki uzundur görmediğim arkadaşımla randevulaşmıştık. Beni yoracak bir aktivite değildi, ayaklarımı uzatabileceğim bir koltuğa oturacak ve onunla kahvaltı edecektim. Evde de olsam farklı bir şey yapacağım yoktu. Ettik kahvaltımızı, bir buçuk saat falan sürmüş olmalı. Ben ilk öğünümü öğlene yakın yemeye alışık olduğumdan zamanlaması da çok uygundu. Kahvaltı ve sohbettimiz bittiğinde saat 14:00’e yaklaşıyordu. Normal şartlar altında artık eve dönüp bir kitap eşliğinde yatağa uzanma, belki birazcık kestirme, masajın derinlemesine işlemesine izin verme zamanı olmalıydı. Ama zihnim huzursuzdu. Ne zamandır ertelediğim işler kafamın içinde kuyruğu birbirine dolanan tilkiler gibi kıpraşmaya başladılar. Acaba gidip şu elektrik süpürgesi işini mi halletsem? Bir de kirayı ödemek lazımdı. Bir de sebze alsam da akşam için yemek hazırlasam.

Yorgun hissediyordum ama galiba o anda bir tercih yapmam gerekiyordu: Ya bedenimin sesini dinleyip eve gidip dinlenmeliyim ya da zihnimin sesini dinleyip o huzura erebilsin diye bu yorgun bedeni bir de onun buyurduğu işlere koşmalı, bedenimden önce zihnimi tatmin etmeliyim. Günler önce yazdığım bu yazıda ustalar bana zihinden evvel beden demişlerdi ama ben onların sözlerini sadece fiziksel yoga alanında tatbik etme hatasına düşmüşüm. Yogam o kadarcık mı benim? Sadece hayali matıma çıktığımda mı var yogam?

O gün zihnimi tatmin etmeyi tercih ettim ve o güneşte, o yorgunlukla bir bir yerine getirdim zihnimin buyruklarını. Elektrik süpürgesi mi alınacaktı? Hay hay! Bir de badem mi demiştiniz? Pekala! Sebze? Okey! Kira…

Sonra eve vardım ve yeni süpürgeyle evi süpürdüm. Ne gerek vardı bilmiyorum; daha iki gün evvel silmiştim, gayet temizdi yerler. Yemek yaptım. Milo’dan rica etsem sebze de alırdı, yemek de yapardı. Olmadı dışardan söylerdik, aç kalacak değiliz ya! Dört gömlek ütüledim. Ertesi gün için sadece bir gömleğe ihtiyacım vardı, gerisini güya sıradaki seferler için ama aslında sırf içim, daha doğrusu zihnim rahat etsin diye ütülemiş oldum. Bavul topladım. Doğrusu bütün bu gereksiz meşgale arasında en sona bıraktığım bu iş, erteleleyemeyeceğim tek iş idi. Ertesi sabah üçte uyanacağımdan o saatte bavul toplamayı beceremezdim. Ve çok yoruldum sangha, çoook! Öyle çok yoruldum ki yorgunluktan uyuyamadığım o hale geçiş yapmış oldum. Masaj da heba oldu, o geceki uyku da… Yorgunluktan öykümün başına da oturamadım.

Dün o yorgunluk ve uykusuzlukla başlayıp çok zor ve üzücü, sıkıntılı bir güne dönüştü sonunda.

Ama ne diyorlar (Pınar ve Demirel) dün dündür, bu gün…. Bu gün saati sabah altıya kurmuş olmama rağmen beşte kendiliğimden uyanınca haydi kalk canım dedim. Birinci prelüd diye ısrar etmedim, sözümden bir günlük caymış oldum kabul. Onun yerine yorgunların ve yeniden başlayanların azizesi ikinci prelüde sığındım. Ne de iyi oldu. Genişledim, uzadım, dün yüz çevirdiğim kendimin içine sevgiyle geri yerleştim.

Ne dersiniz sangha mu? Önce kimin isteklerini yerine getirmeli? Bedenin mi (ki onun istekleri deyince ilk aklıma gelenler cinsellik, yemek, uyku ve bu liste pek de hoşuma gitmiyor) zihnin mi? Bedenin sandığımız isteklerin hangilerinin kaynağı zihin dersiniz? Ben bu gün bunları düşünerek gidyorum uçuşa. Belki beraber düşünürüz diye size de yazayım dedim.

11 Temmuz 2017 Salı

yumuşak eller, sert kalp :/

Bu sabah ellerimi yumuşamış buldum. Yataktan kalktığımda bundan hiç haberim yoktu. Kahve koyarken, kitap tutarken de anlamamışım. Nasıl anlamam, anlamıyorum. Başkasının değil ya eller. Civa çalana’ya kadar ellerimin farkına varmamış olabilir miyim? Halbuki uyanır uyanmaz sol omzumun farkındaydım mesela, memelerimin farkındaydım, acıyorlar, sol dizimin iç yanının, dizleri çevirirken hep acıyan sağ ayak bileğimin dışının… bunların hep farkındaydım. Bir şeyin farkına varmam için bana acı mı vermesi gerekirmiş. Yok öyle bir genelleme yapmayacağım. Bazen sadece içimdeki bir şeyi titrettiği için böyle acıklı laflara meylim oluyor…bir yanım fena halde melankolik mi arabesk mi, şapşik mi :)  Meğer bir şeyin farkında olması için canın yanması gerekirmiş. Vah, vah! Yok ayol! Öyle değil vallahi, de işte bu sabah ellerimi yoklamamışım demek ki; civa çalanaya gelip de o hallerini hissedince içim de bir yumuşadı, şefkat duydum ellerime. Sanki akşamdan Yumoş’a yatırmışım (@tansalp ‘cım ben de baktım en az senin kadar okunuyorum bir ürün de ben yerleştirdim) öyle yumuşak. Derimden bahsetmediğim anlaşılmıştır değil mi? Hisler yumuşak olan. Sanki gerçekten de havada birer tül ya da tüy misali süzülmekteler. Bu gazla kurmastanada on altı mutlu nefes kaldım. Ama bu sefer de kafam susmuyor;  eller, eller, bu eller neydi? Hava elementiydi galiba, o da dokunma ve deri…., ay düşünme şimdi, yoga bitsin bakarız…

O yumuşak ellerin bağlı olduğu kolların bağlı olduğu gövdenin ortasında yer alan ve çok yumuşak olduğunu sandığım kalbim nasıl bir öfke kustu yogadan sonra size anlatamam. Anlatamam çünkü utanırım. Dolayısıyla anlatmayayım. Ama yazdım. Oturdum bir kağıda söylediğim bütün o kötü şeyleri yazdım. Bunları neden hissettiğime bakmak, arkalarına neleri gizlediğimi görmek için yazdım.

Bu gün yine Sıtkı’ya masaja gittim. Masajı en çok bedenimi bir araya gelmiş parçalar değil bir bütün olarak algılamama yardım ettiği için seviyorum. Mesela baskı sağ uyluğumdayken ben sol omzumu hissediyorum, karnımın bir yanı omuzun bölgesiymiş o acıyor mu demeden ben omzum diye sesliyorum onun dokunuşunu. Herşey birbirine sımsıkı bağlı, her yer her yerde 🙂 ve her yer hissediyor!!! Önce havaya girdim; inanamıyorum bu gün ne de duyarlıyım, çok tuhaf  diye , sonra da dedim ki : Kızım, neden inanmıyorsun? Bu beden başkasının mı? Tabi ki hissedeceksin. Ne mutlu, canın her yanında özgürce dolaşıyor. Şaşırma, mutlu ol! Oh!!

Öyle işte sanghamu. Sabah 5.30 da kalktığım yatağıma geri yattım şimdi. İnanmazsınız yarın işe gitmek için uyanacağım saat 03:00.  İyi ki beş buçukta kalkmaya alışığım,  hepi topu bir kaç saat erkene alıyorum bu sabahlık diye kendimi teselli ediyorum. Çünkü fake it till you make it!

Bugünlük diyeceklerim bu kadar. Esen kalınız.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

güzel doğanlarda bugün: ay, beste ve pınar

Dün uçuştan döndüğümde yorgun olmayışıma şaşkın; haydi çay içmeye gidelim dedim sevgilime. Biz sahildeki çaycıya yürürken havanın kararması da nihayetine ermek üzereydi. Ay Salacak’ın üzerinde, bir yarım saattir doğmakta belli ki. O ilk turuncusunda değilse de hala kocaman ve sarılığına şaştığım bir top olarak asılı lacivert ufukta. Bu sıcak pazar gününü suyun kenarında uğurlamak isteyen bir ben değilmişim. Oturacak yeri zor bulduk. Bir saate kalmdan da eve döndük. Maksat  bütün gün havada, karşımdaki ay gibi asılı gezen, yapma bir basınca maruz kalıp aynı kutunun içine süzülüp süzülüp salınan havayı soluyan bedenim biraz kendine gelsin. Yorgun da olsam açık havaya çıkıp, yaz kış demeden çıplak ayakla yere basıp topraklanınca dengelenebiliyorum.

Saati kurmamışım, farkında değildim. Gözümü açtığımda altıya on vardı. Ben de Ayça gibi telefon saatlilerden olduğumdan, uyanınca ilk elimi attığım şey oluyor ne yazık ki meret. Ekranda saatten  başka bir de Beatrix’den gelen kalpler vardı. Piraye’nin yazısından dünkü dolunayın guruların dolunayı olduğunu ve bu dolunayda hocaları anmanın adetten sayıldığını öğrenince  ona mesaj yazmış; huzurunda önce en büyük öğretmenim hayatın, içimde sekmeden çalışan motoru kalbimde atan can’ıma, sonra da hayatın bana verdiği harika öğretmenlerden ikisine; canım Beatrix ve eşine şükranlarımı sunmuştum. Benim mor kalplerime kırmızı kalplerle cevap vermiş canım hocam. Diğer hocalarıma şükranımı sesiszce sundum, onları da atlamadım. Böylelikle hayat yolunda karşıma çıkan herkes payına düşeni almış oldu inşallah dün gece. O şükran pastasının kocaman bir dilimi de sizin için canım sangha; iyi ki varsınız.

Telefon bana kalp edince dayanamadım, mesajın gerisini okumaya başladım. Sonra Beste’nin dün gece geç saatte yayınladığı yazısını merak ettim.  Besteciğimin doğumgünü bugünmüş. Yengeç olduğunu biliyor ama gününü hatırlamıyordum. Bestemu, iki yıl evvel hayatlarımızın ilk Shadow Yoga dersi için toplandığımız salonda Defne hoca sana “Seni daha evvel gördüm galiba.” demese, sen ona “Görmediniz de biz yazışmıştık. Ben de Tayland’da sizin hocalarınıza gittim.” demesen biz yine arkadaş olurduk senle, bundan şüphem yok. Ama iyi ki bu konuşmadan cesaret yanına gelmiş, bu süreci hızlandırmışım. Aceleciliğim hep de kötü sonuçlar doğurmuyor şükür. İki sanghadan destekli tanışıklığımız çifte kavrulmuş lokum bir dostluğa dönüşüyor yıllarla. İyi doğdun benim canım arkadaşım.

Araya giren doğumgünü mesajına bir de Pınar’ı eklemeden devam edemem kusura bakmayın sanghamu. Pınarcığım da iyi ki doğmuş, iyi ki var. Bir de Anıl yengeçti diye hatırlıyorum. Ona da gönlünce bir yaş  dilerim. Balık hocamızın yengeç amma çok öğrencisi varmış yahu. Bazı hareketleri tarif ederken suyun altında hareket eder gibi deyişini kimsenin yadırgamayışı ondanmış anlaşılan.

Tamam, bu sabaha ve bana dönecek olursak; Samapadaya vardığımda saat yediye yaklaşmıştı. Geç ama bugün de böyle. Dünden kararlı, samapadada uzun bekledim: bedenimi iyice duyuncaya kadar. On beş dakika sürmüş müdür bekleyişim ? Bir aylık kurslarda biz ayaklarımız kalça genişliği açık, dizlerimiz hafif bükülü Çigong’daki adıyla at duruşunda bir saat dururken Panço’nun sesi bizi bedenimizde bir yolculuğa çıkartırdı. Başlarda midem bulanır, yere yatarak dinlenmek zorunda kalır, biraz toparlanınca kalkıp gruba tekrar katılırdım. Bazı sabahlar bu bulantılar ani bir kusma refleksine ya da bağırsak hareketine dönünce tuvalete koşardım. Sonra bir gün artık durabilmeye başladım. Şimdi samapadada keşke  yine Panço’nunsesini duysam diyorum ama  bu sabah işitmeyi umduğum ses kendi iç sesim. Ellerimin altındaki merkez konuşuncaya kadar demiştim ya dün. Ağzı sıkı çıktı o  merkezin bu sabah, çözülmesi uzun sürdü. Duyduğum ilk ses bir gurultunun ardından bir yumuşama, bir hareket. Sonra yavaştan mırıldandı bana: Artık başla.

Yaklaşan kursumuza kadar balakrama sözüme sadık kaldım. Vajrastanaların sayısını arttırdım. Bütün pratik bedenimdeki en belirgin his her iki kasığımın da içinden, bacaklarımın gövdeyle birleştiği noktalardan gelen sızlama idi. Destekli bir samapadada alıştığımdan uzun süre kalmak istedim. Yere geçince de önce kısacık upavişta konasana yaptım, hocamızın bize verdiği asanaların sonuna bugünlük supta badha konasana ekledim. Şimdi size bunaarı yazarken bakıyorum da o sızıdan eser yok. Yaklaşan regl sırf vücüdumun su tutmasından değil kısalan nefesler, sığlaşan uddiyana ve karın bölgemdeki gerginlikten de kendini belli ediyor.

Bu gün bir de ilk defa oturdum ve kurmaca bir metnin belki başı, belki ortası bilemedin sonu olabilecek üç yüz yakın kelime yazdım. Dün diğerlerinin yazdıklarını hayranlıkla okumuş, ya benden bir şey çıkmazsa diye de hayıflanmıştım. Bu sabah o benden çıkacak olanlar işte yazımın kapısından geçip sanal alemdeki yerlerini aldılar. İyi, kötü demiyorum.  Bir hikaye yazmak meğer bir hikaye okumaktan çok da farklı değilmiş. Çok heyecanlanıyor, içinde alıştığım gerginliğin olmadığı, yeni yeni tandığım bu mutlu heyecanı çoğaltmak için oturuyorum bilgisayarın başına. Bu hafta böyle güzel hislerle başladı. Bu sabah yogamı annem ve babamı da benzer bir huzurlu hisse erişmelerine adadım. Güzel haftalar sanghacığım. Yolu yarıladık, bundan sonrası yokuş aşağı. Yarın görüşürüz.

9 Temmuz 2017 Pazar

başka türlü samapada

Bu sabah yaklaşık bir buçuk aydır yarım yamalak da olsa (sol omzumdaki tendinit sürdüğünden çaturangasız, urdva/adho muka şvanasanasız yogam hala  😦 ) selamladığım güneşin karşısına çıkmadım. Güneş bu sabah ayı aldı karşısına. Bakışıyorlardır şimdi, bakışsınlar; aralarına girmek kimin haddine. En azından benim değil.

Sabah beşte çalan alarm bu sabah yoga için değil, kalk da işe git diye uyandırdı beni.  Erken yatmıştım zaten. Şimdi dört uçuşluk günümün ortasındaki kısa arada, bir soğuk kahve eşliğinde hızlıca size yazıyorum ki bu gün de yazısız geçmesin. Dün yazmadım, sebebi yok. Yaptım halbuki yogamı ama işte elim yazmaya ermedi bir türlü dün. Saaati kurmamıştım, yediyi geçe kalktım ilk. Evin içinde bir dolandım, baktım hafiften başım ağrıyor. Evvelki gece bir duble içki içtiğim için diyeceğim ama o içkiyi içmekten ziyade yanında yeterince su içmediğimden olsa gerek. Baktım benden hayır yok, sabah beş trenini zaten kaçırmışım, uyur muyum demeden, öylesine uzandım yatağa. Gözlerimi tekrar açtığımda saat 10:30 olmuş. Milo yogasını bitirmiş, paranayama yapıyor. Bir kahve yaptım. Az ayılınca da öğlen yogasına başladım. Öğlen yoga yapmak için zor bir vakit. Sanki yogam yerini yadırgıyor güneş tepemizde olunca. Güneş hep ufka yakın olsun istiyor, göz hizasında. Ama gün yogasız geçeceğine bu günlük böyle olsun dedim. İyi ettim bence.

Ama ben niye oturmuş size dünü anlatıyorum. 23 dakikam var yazıyı tamamlamak için. Sonra görev başlıyor. Görev samapada’da başlıyor sevgili sangha. Onu diyecektim ben size asıl. Güneşi selamlamadığım bu gün ortalama 500 (aslında şimdi hesapladım da beş yüzden de fazla) insana selam vereceğim. Yani yarısına verdim halihazırda işte, bir o kadar daha var önümde. Beş yüz çift göz, beş yüz ruha açılan kapı. Beş yüz küçük güneş, beş yüz ayrı dünya. Bazısı almıyor selamımı, kapalı onların kapısı o an. Kim bilir kafaları nerede. Samapadadayım dedim ya hakikatten de öyle; ellerimi karnımın üzerine yerleştiriyorum, topuklarım bitişik, parmaklarım ayrı. Çıplak ayak değilim elbette, laciverte boyalı topuklu pabuçlarım var ayağımda. Orada, kapıda dururken kendime hatırlatıyorum: omuzlarını indir, kaşlarını gevşet, kulaklarının derisini rahatlat ve gülümsemen kalbinden gelsin. Samapadada nasıl bedenle, özle, sanghayla, ustalarımızla ve kainatla bağlantı kuruyorsam şimdi de misafirlerle bağ kurma yerim bu selamlama. Her yeni insan ,iyi ya da kötü önyargılardan bir ışık yakıyor zihnimde; hani şu açmak ve söndürmek için alttan zinciri çekilen cinsten lambalardan. Gülümseyerek söndürüyorum o lambaları. Ne çok önyargı, ne çok düşünce… Ne gerek var. Egocuğum boş ver, bu insanlardan bize bir zarar gelecekse bile rahat bırak beni de onları da. Onlar hakkında bilmemiz gereken tek şey onların da bizim gibi katman katman hikayeleri olan insanlar olduğu, ha bir de iki saatliğine misafirimiz olacaklar. Yetmez mi bu kadar bilgi…

Eğer o karşılamada mevcutsam, her gelen yolcunun gözlerine bakararak, karşılarında dik ve kendimden emin/memnun selamlıyorsam onları o seferin modunu benim o mevcudiyetimden sızanlar belirliyormuş gibi geliyor bana. Sanki ben güneşmişim de onlar da bu ışıktan hali önce çekiyor sonra yansıtıyorlarmış gibi. Ekip de böyle yolcular da.

Yarın sabah tekrar samapadada yogama başlarken bu sabahki hislerimi unutmayayım diye de buraya yazıyorum canım sangha. Yarın sabah başlangıç ve son noktasında, samapadada, ellerimin altındaki merkez benle konuşmaya başlayıncaya kadar bekleyeceğim. Bütünümü duyuncaya kadar duracağım orada. Beş yüz selam ve vedadan sonra zul gelecek değil ya. Sonra teker teker sizleri, hocalarımızı, bizi onlara, onları kainata bağlayan zincirin bütün ilmeklerini selamlayacağım. Bakalım nasıl olacak.

Vaktim doldu sanghamu. Aksi gibi ne çok şey geliyor şimdi aklıma yazmak için. Başka zaman artık. Şimdi bana iyi uçuşlar. İki yüz elli yeni selam ve veda için ben şimdi tekrar samapadaya…

7 Temmuz 2017 Cuma

half a yoga

Milo’yu istediği üzere, saat 8’de uyandırmak için yanına uzanınca yarı açık gözlerle sordu:

Kaçta kalktın ?

Beş buçukta kalktım canım.

How was your yoga honey?

Meh! İt was half a yoga 😦

Do you mean hatha yoga?

No dear it was half a yoga…* (gülüşmeler)

Evet bu sabah yogam yarım idi hakkaten de. Sıtkı’ya kalırsa hiç yapmamam gerekiyordu ama sabah uyandığımda dinç hissediyordum. Önce bir ghati meditasyon için oturdum. Meditasyonda düşünceler vardılar elbette ama kısa süre içinde düşüncelerden çok daha ilginç bir şey buldum takip edecek: pelvik taban bölgesi ile ufacık bir noktadan kurulan bir temas gittikçe yayılarak geniş bir alanı derinden bir duyumsama haline dönüştü. İnsanın bedeninin daha  evvel hissetmediği noktalarını böyle eforsuzca hissedebilmesi ne güzelmiş. Bu hissi ilk defa yaşadım, kontrol edebildiğim bir şey değil. Bunun kontrollü halini ise bandhaları uygulamayı öğrendiğimden beri çalışıyorum. Belki son günlerde derinleşen uddiyana ve belirginleşen mula’dan ötürü, belki dünkü masajda dokunulan psoazın hediyesi, belki ilk iş kendimi dinlemeye oturduğum ve dikkatimi verdiğim için…artık nerden geldiyse, hoşgelmiş.

İşte sonra da yarım yoga dediğim yogama başladım. Niyetim önce ısınmaları yapıp bir bakmaktı; nasıl hissediyorum, zorlanıyor muyum? Omuzlarımı çevirirken bulduğum alanlara güvenip devam ettim. Uzun bir anilasananın ardından kısacık da bir kurma, oradan vahniye, virastanaya…  Virastanada durumum hala viran, çok yükseğim. Başka yogacılar havaya kalkmaya çalışadursun benim gözüm hiç de öyle ters duruşlarda falan değil. Ben yere inmeye çalışıyorum daha 🙂 Sonra kendi standartlarımda uzun sayılabilecek bir at parantezi ve mangala namaskar ile kapanış. Neden öyle pat diye kapatmak geldi içimden bilmiyorum, belki sırtım ile zihnimin ortak kararı benim onayıma sunulmaksızın devreye girdi. Asana da yapmadım, meditasyon saatini on dakikaya kurup şavasanaya çekildim. Hoca gelene uçmadığım bütün günlerde birinci seri çalışmaya karar verdim bu sabah. İkinci prelüdde beni zorlayan bir şey yok. Üçüncü prelüd de hocamız gelince olgunlaşacak. İyisi mi ben balakrama ile bedenin kalıplarını kırmaya devam edeyim.

Dün oturma iznini uzatma serüvenimiz sırasında kız kardeşim aradı. Şu sıralar ailecek zorlandığımız günlerden geçiyoruz. Bana bir şey olduğu yok aslında ya, babam her zamanki gibi düştüğü dara peşinden hepimizi sürüklüyor desem daha doğru olacak. Kız kardeşim bir aile kurup bir çocuk sahibi olduğu ve anne babamdan o çocuğun bakımı için yardım aldığı için onlarla daha çok temas içinde olduğu bir düzenin içinde.  Galiba bu nedenle de daha endişeli bir zihinle yaklaşıyor olaylara. Ne yapıyorsun sorusuna uzatma başvurusu yapıyoruz diye cevap verince dayanamadı sordu: Ya uzatmazlarsa abla! Hımmm….

O söyleyinceye kadar benim aklımda böyle bir düşünce yoktu galiba. Önce bir an; yaşasın, zihnimin endişe şablonuna düşmemeyi başarmışım bu defa diye sevindimse de sonra düşündüm: ya gerçekten de uzatmazlarsa. Bu düşünce bir endişe dalgasına dönüşmeden söndü gitti. Uzatmazlarsa o zaman düşünürüz, şimdilik yapmamız gereken başvuruda bizden istenenler eksiksiz, hatasız teslim etmek. Gelgelelim arada Gamze’ye çıkışmamayı beceremedim: ”Ya, sen neden herşeyin en kötüsünü düşünüyorsun, ağzından bir gün de iyi bir şey çıkmayacak mı?”

Ben böyle davranırsam belki de çıkamaycak kızın ağzından iyi bir şey. Zaten zihni olumsuz düşünceler sarmalına saplanmış kalmış, ben de ona el vereceğim yerde parmağımı sallayarak eleştiriyor, kendisi hakkında daha da kötü hissetmesine sebep oluyorum. Çok uzun değil bir buçuk yıl önce onun yerinde ben vardım. Milo ile yeni beraber olmaya başlamıştık ve ben herşeyin, istisnasız her şeyin en kötü ihtimalini düşünüyor, kendimi gerçekleşmemiş felaketlerin kurbanı olarak görmelere doyamıyordum. O zamanlar Milo bana (tıpkı şimdi benim kardeşime yaptığım gibi) herşey aynı derecede olası, bu kötü düşünme alışkanlığının sana ne faydası var, şu huyunu bıraksan ne güzel olacak gibi şeyler söyledikçe ben çoklukla sadece şunları duyardım: Beceremiyorsun! İyi düşünmek seni kurtaracak ama sen onu bile beceremiyorsun! Senin zihnin sadece felaket senaryoları üretir başka da bir işe yaramaz!!!

Söylediklerimin onda aynı etkiyi yaratma ihtimalini telefonu kapattıktan yaklaşık bir saat kadar sonra farkettim. Bir mesaj, bir de sevdiğim bir internet sitesinden zihnin işleyişi ile ilgili bir makale yolladım hemen. Gecikmeden yanıtladı: ”Ablacım, yoladıklarını okudum. Galiba böyle şeyler okusam bana iyi gelecek. Bana zihnimi sakinleştirmeme yardım edecek bir kitap tavsiye edebilir misin?”

E kız kardeşim ne de olsa benden yeni bir jenerasyonun üyesi ve geliştirilmiş yeni sürüme sahip. Aynı yerlerde tökezlesek de çoğu zaman benden evvel ayağa kalkıyor, benim yürüdüğüm yollardan o koşarak geçiyor. Daha çabuk öğrenip daha kolay adapte olabiliyor. İstediği kitap olsun ** Canım benim ❤

İyi düşünmek, kötü düşünmekten bahsedince aklıma olumlamalar geliyor. Ben açıkçası olumlamaların bir işe yaradığını düşünmeyenlerdenim. Ama işe yaradığını düşündüğüm benzer bir sistemi sizlerle paylaşmak isterim. Geçen Ekim’de gittiğim Pantrix kursunda sabahları çalışmamıza affirmation (olumlama) değil de hocamız Panço’nun afformation (tam  olarak çeviremiyorum, böyle bir kelime yok galiba ama ne demek istediğini de anlayacağınızı düşünüyorum; kuru kuruya olumlamadan ziyade yaratım gibi bir manası varmış gibime geliyor) diye adlandırdığı bir uygulama ile başlıyorduk. Afformation yaparken üzerinde çalışmak istediğiniz bir konuyu belirliyorsunuz. Diyelim ki zekanıza çok güvenmiyorsunuz. Bu durumda çalışma cümleniz  ”Ben neden böyle zekiyim?” sorusu. Siz bu soruyu sorunca zihin hem sizin kendi zekanızı kabul ettiğinizi algılamış oluyor hem de sizi buna daha da inandırmak için kanıtlar aramak üzere işe koyuluyor.

Lafı amma uzatmışım, sayfanın altındaki sayaçta 800’lü sayıları görmeyeli çok olmuştu.Yukarıdaki öneriyi değerlendirirseniz, iyi kötü sonuçlardan haber edersiniz beni. Bak şimdi de iyi/kötü, tamam/eksik konularında yazma isteği doğdu içimde. Neyse sanghamu, o da yarına kalsın. Şimdi karşımdaki koltukta bir canımıniçi Pınar uzanıyor. Dersine yolcu etmeden yazımı postalayayım da son muhabbetlerimizi yapalım. Yarına kadar hoşçakalın!

*Yogan nasıldı canım?

Meh! Yarım yogaydı!

Hatha yoga mı demek istedin?

Yok canım, yarım yoga demek istedim. (half a yoga/ hatha yoga ses benzeşliği espirisine gülüşüyoruz)

** Ben kardeşime Berrak Yurdakul’un Ev Yapımı Bir Paraşüt kitabını vermeyi düşündüm. Başka bir öneriniz varsa bilmekten mutlu olurum 

6 Temmuz 2017 Perşembe

genişleyen, daralan kalp/kalıp

Yine zamanın içinde yol alırken kayboldum sanghamu. Siz hep bir ağızdan söyleyince mi anladım/inandım bilmiyorum ama meğer ne yorgunmuşum hakkaten de. Dün yolda gözümden uyku akıyordu, uçaktaki dinlenmeyi zor ettim. Eve gelince de sanki beş saat evvel uçakta ettiğim iki saatlik istirahatte ölü gibi uyuyan ben değilmişim gibi yine çok dayanamadım, uyuyakaldım. Yani dünüm yogasız geçti. Dünden sizinle paylaşmak istediğim iki şey var: birincisi; ben hiç kurmaca yazamam diye düşünmeme rağmen dün, durup dururken aklıma bir kurmaca hikayenin fikri geldi. Öyle beklenmeyen bir misafir gibi geliverdi ki vallahi ben de şaşırdım. Bu fikri yazar mıyım; yazarsam beğenir miyim, paylaşmaya cesaret edebilir miyim hiç bilmiyorum. Beni asıl sevindiren şey aklıma bu fikrin gelişinden ziyade, bu fikrin gelişiyle kendim ile ilgili olarak beslediğim ve kendimi belki de olduğumdan daha dar bir kalıba sığıştırmaya çabalamama sebep olan (Gülbahar ve dar nüshası tabi kibü) ”ben kurmaca yazamam” fikrini bırakmama vesile olmuş olması. Bu ve benzeri amma çok fikrim var kendimle ilgili ve ne kadar azı gerçek ben ile örtüşüyor. İkinci yogik anım ise şu oldu: dün bir ara yatakta yalnız başıma yatarken neredeyse iki senedir hayatımda olan sevgilimi, galiba neredeyse ilk defa beklentilerimden bu derece bağımsız; hikayelerden, onun hakkındaki fikirlerimden, başkalarının onun hakkındaki fikirlerinden azade; sadece olduğu insan olarak; değişmesini, istediğim adam olmasını arzulamadan, salt var oluşunun güzelliği için, dünyada kırılgan ve sevecen bir insan olarak çabalamakta oluşu ve bunu da kendi zarif yoluyla yaptığı için çok çok sevdiğimi hissettim. Çok hafif, çok özgür çok güzel bir sevgi hissi varoluşumu kapladı. Sonra yataktan kalkıp gittim, ona sarıldım, bir şey demedim :) sonrada uykuya geri döndüm.

Bu sabah için saati kurmamıştım. Ahimsanın bir uygulama alanı olarak bu sabahlık bu izni kendime verdim. Uyandığımda saat onu geçiyordu. Bugün Milo’nun oturma iznini uzatma başvurusunu tamamlamak için ona yardım etmeye söz vermiştim. Ben uyandığımda o yogasını bitirmek üzereydi. Nasıl olduysa bir anda bilgisayarın başına oturmuş form doldurur buldum kendimi. Nasıl olduysa derken, ben yogamı yapayım da başvuru işlerini sonra  yaparız demediğim için, o da bir an evvel bu işi yapmak istediği için oldu tabi. Zihnimde bir yerlerde erken kalkıp da yapmadıktan sonra bir kıymeti yok gibi bir fikir oluşmuş belli ki. Bilgisayar ekranından hayatlarımıza sızan bürokrasi benim bünyemdeki her zamanki etkisini gösterdi: stres oldum, gerildim, e haliyle onu da gerdim. Formlar bitince geriye noter, vesikalık, sağlık sigortası gibi dışarda görülecek işler kalmıştı. Dışarı çıkarsak kim bilir kaçta geliriz, Sıtkı’yla da randevum var, niye hiç bir işini kendi halledemiyor, ben hep onun için bir şeyler yapmak zorunda mıyım….. Yaa sevgili sangha, ne çok, ne özgür seviyordum daha dün akşam değil mi :)

Allahtan bu konuda çalışıyorum ne zamandır da ”Canım sen  yoganı yaptın, ben de yapayım da ondan sonra bakarız gerisine, hem ben çok gerildim, sakinleşmem lazım” diyebildim. Bunu demeyip şikayet etmeye devam etseydim, yukarıda sıraladığım junk food misali doyuran ama faydasız fikirlerle beslediğim ”mağdur fatma”nın içine bir kaç gün çıkmamacasına yerleşmiş olacaktım. Orası, mağdur fatma’nın mağarası ve ben orada bağırıp çağırıp kendi şikayetlerimin ekosuyla söyleşip, karanlıkta her gölgeyi başka korkutucu bir şey sayıp…ne yapıyorum ben orda hakkaten yahu? Neden oraya girmeye bu kadar gönülüyüm. Tek sebebi başkalarını suçlama özgürlüğü olabilir mi? Ne de olsa oradayken hep ben haklıyım, mağdurum, herkes suçlu, zalim…

Neyse sanghacığım, ben kesin bu konuya dönerim ileride ama bu gece geç oldu. Bugün yogamı öğlendeden sonra yaptım. İkinci prelüdü yaptım. Şimdi üzerinden çok saat geçtiğinden hatırımda rapor edebileceğim net hisler yok. Belki de o net hisler yogada da yoktu bugün. Bilemiyorum. Bir aralık aşvata parantezlerini bile bile atlamaya devam etmemin baya kötü bir fikir olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum :)

Sevgili Sıtkı bu gün de beni hamur gibi yoğurup bir de tembihledi; yarın dinlenecekmişim. Ben de ona ”Dostum, sen bloğu okumuyorsun galiba, ben süper kahraman oldum bana masaj falan koymaz” demedim de ”ehe…bi bakarım bakalım, belki de o kadar kötü olmam” gibi bir şeyler geveledim. Niyetim sabah 05:30 a saatimi kurup, yoga yapamazsam da sanghamla olmak: meditasyon olur, pranayama olur, belki hafifinden hareket de ederim, belki okurum. Sonra da erken erken yazarım size. Yarın ola hayrola.

4 Temmuz 2017 Salı

yan odadan gelen sesler

Çıkan kısmın özeti: Sabah yogasında alt etmek şöyle dursun kendi eliyle besleyerek iyi halt ettiği vrittilere yenik düşen kahramanımız,  aradığınız yogaya şu anda erişilemiyor mesajını alınca şansını bir de güneşi uğurlarken denemeye karar verir…

Doğumgünü 4 temmuz,  sevgili sangha. Şehir de dükkanlarını kapatmış, parklarını kapatmış hazırlanıyor; havai fişekler patlarken mangal barbekü yaparak kutlayacak memleketinin doğumgününü. Sokaklarda in cin top oynuyor. Oturur da kitap okurum dediğim türden bir kahve bile açık değil. Starbucks’da oturmayı da ben istemediğimden ya sıcak havaya aldırmadan sokaklarda dolanacağım ya da otel odasında geçecek zaman.

Dün de öyle oldu, biraz dolandım ama sıcaktan bunalınca sonunda otele dönüp güneş batıncaya kadar oylanmaya karar  verdim.

Televizyon izlemeyeli ne kadar oldu saymadım. Evde zaten yok, yatılarda da açmıyorum hiç. Çok yoruyor beni televizyon. Pek övünülecek bir şey değil biliyorum ama sinemaya gideli de çok oldu. Hadi bir televizyona bakayım dedim, belki oyalanacak bir film bulurum. HBO’nun dört kanalı varmış, biri komedi yayını yapıyor kesintisiz. Tam orada güzel bir seyirliğe denk gelmişken yan odadan mı, üst kattan mı olduğunu anlamadığım bir yerden tuhaf sesler gelmeye başladı: zınnn….vijjjkkkl….zınnnn….tatatatataaaa…zınnnn…vuuuu….casss….bummmm…

Önce tuhaf bir endüstriyel tekno sanıp sabırla şarkının bitmesini bekledim. Filmi de izleyemiyorum, sesler birbirine  karışıyor. 45 dakika sonra ne güftede ne bestede bir değişiklik olmadığına kanaat getirince resepsiyonu arayıp yan taraftan gelen tuhaf seslerden duyduğum rahatsızlığı ve devam etmesi halinde odamı değiştirme blöfümü ilettim. Kulaklıklarımı taktım ama kesilmiyor ki meret. İşte öyle huzursuz uyuyakalmışım. Halbuki daha akşam üzeri 6 idi, halbuki ben güneşi samapada’da uğurlayacaktım.

İki saatte bir bummm sesine uyanıp allahım hala mı sürüyor diyorum ama kendi kendime şikayet etmekten başka bir şeye yetişmiyor enerjim. Bir ara hala açık camdan içeriye dolan şehir ışıklarına perdeyi örtmek üzere yataktan kalkıp da tam karşımda yarım ayı görünce, kime niyet kime kısmet, kendisine bir selam çaktığımı hayal meyal hatırlıyorum.

İşte öyle bata çıka 12 saat uyumuşum, inanılır gibi değil. Bu sabah uyandığımda saat 6 idi. Perdeyi açınca maviden şeftaliye geçen renkleriyle gökyüzüyle karşılaştım. Kat otuzbeş, yerden tavana camlar. Renklerin güzelliği karşısında bir süre öylece kalakaldım vallahi. Dün yine kat hizmetlerinden aldığım nevresimi yere sermiş, kendime camın önünde yoga alanımı kurmuştum. Oturdum. Telefona da bakmadım inan. Biraz oturduğum yerde omurgamı hareketlendirdim. Gece nasıl uyuduysam her yanım ağrıyordu. Yanımda bir tenis topu vardı. Onu sırtımının altına koyup üzerinde salındım birazcık. Sonra da yogaya başladım. İkinci prelüdü yaptım bu sabah. Mızmızlanmadan, bedenden uzaklaşmadan…. Dün hayalini kurduğum pratik değildi bu sabah yaptığım. Ama dünkü hayal, bu sabahki gerçek… gerçek olan, hayal olandan kıymetli benim gözümde. Kısa zaman önce gerçek olan bazı asanalar da şimdi hayal benim için. Bu süre zarfında yogamdan vazgeçmemiş olmakla övünsem de bir yanım buruk ve gönülden diliyorum ki artık iyileşsin omzum. Ortopedistlerden, fizik tedavicilerden vazgeçtim. Dönünce ilk iş Sıtkı’ya masaja gitmek, bir de osteopattan randevu almak.

Ha, bir de bu sabah anladım ki dün beni uyutmayan o sesler bir bilgisayar oyunundan geliyormuş. İşallah oynamaya doymuştur komşu yoksa odayı değiştirmek farz olacak. Birazdan bavulumu toplayıp, perdeleri örtüp yine uykunun peşine düşeceğim.  O on iki saatin üzerine koyacağım her dakika geceyi dönüş yolunda geçirecek bendeniz için altın değerinde. Her bir dakika misafirlere gösterilecek güler yüz, iş arkadaşlarıma sunulacak anlayış için ihtiyaç duyduğum kendinden memnun hale yatırım demek.

Yarın geç geliyorum eve, size yazamayabilirim ama bloğumuzda güzel yazılar öyle çok ki, siz seçin beğenin benim niyetime okuyun.  Ben de şimdi Elif’in şu harika yazısını bir kere daha okuyup uykuya hazırlanıyorum sanghamu. Kalın sağlıcakla 💙

3 Temmuz 2017 Pazartesi

yoga yogam olmayınca

Pazar sabahı, saat başı uyanıp durduğum huzursuz uykumdan  vazgeçip de yataktan kalktığımdan bu yana bir hafta geçmiş gibi hissediyorum. Halbuki daha 36 saat bile olmadı. Benim bunları sizden 7 saat gerideki Amerikan şehrinden yazdığımı da hesaba katarsak 28 saat geçmiş üzerinden topu topu. Size acı ve hatta şok şok şok bir itirafım var canım sangha. Cumartesi topluca, ders çalışır gibi üçüncü prelüdü çalıştığımız günden sonra ben ne hissettim biliyor musunuz: o gün yogamı yapmamışım gibi hissettim. İşin ilginci böyle düşünmüyordum da , yani bu bir düşünce değil de bir his olarak; yadsıyamayacığım bir gerçeklik olarak oradaydı. Önce utandım böyle hissettiğim için, sanghamı satıyormuşum gibi geldi sonra ne utanıyorsun be canım dedim, ikisi ayrı şeyler. Sen bir süredir aksatmadan kendi başına çalışmanı sürdürüğün için şimdi bu farkı daha iyi anlıyorsun sadece. Zaten hoca da demiyor mu:  Burada yoga yapmayı öğreniyorsunuz ama yoganızı evde tek başınıza yapacaksınız.  İşte önce utandım sonra biraz gururlandım; vay be, galiba doğru yoldayım! 

Cumartesi günü sol ayak bileğimde başlayan sevimsiz his uyurken hafiften bir şişme ve sızlayan bir ağrıya dönüşmüş, bedenden bu sinyali alan zihin de 7 ye kurduğum saatin alarmını beklemeden saat başı zırıldamaya başlamıştı: Pisst, kalk! Bak ayağın şişiyor! Pişşt! Sana diyorum kalk buz koy! İlaç al! Ya iyice şişer de üzerine basamazsan! İşe de gidemezsin sen bu halde! Gidersen de daha da kötü olursa, allah muhafaza! Gitmesen mi! Gitmezsen çok paran kesilir!
Sağa dönüyorum, sola dönüyorum. Bu arada saatin alarmı çalıyor ama doğru dürüst uyuyamadığım ve dinlenemediğim için kalkamıyorum yataktan. Sekize doğru pes ettim. Ne olacaksa olacak dedim kalktım. 

Sevimsizlik sadece bilekle kalsa iyiymiş omzum da kaskatı ve acı dolu; bağırsaklar, nefes herşeyde bir huzursuz rüzgar esiyor. Neden? Pek tabi ki dün yine patlak veren standart ailevi sorunlara bir de işe gidecek olma stresinin eklenmesi ve bu ittifakın sisteme bir virus gibi saldırmış ve hatta onu çökertmiş olmasından. 

Hadi daha oyalanmadan yoga dedim. Evet aklımdan kısacık bir an "bu halde ne yogası yeaa!" düşüncesi geçti, hiç yüz vermedim kendisine. Isınmaları otuzar sayı yapıp, Alper ve Ayça gibi vahni'de sonlandırmaya karar verdiğim seferi yogama başladım. Isınmalar bittiğinde ayak bileklerimden yukarıya doğru hoşnut bir canlanma yükseliyordu. Vahniye varınca yere geçtim, kısacık da olsa sağlı solu iki asana ve bileğimdeki ağrının kasığımdan geldiğini farkettiğim için  de supta padangustasanaları yaptım, meditasyonla bitirdim. Kısa süren bir sakinlik yaşadım yogadan sonra, çalkantım duruldu azıcık yazık ki sonra yine başladı benim yerdeki türbülans. Milo da ben de bu halimi biliyoruz. Her zaman değil ama uzun tatillerin, araların ardından; bedensel bir yorgunluk ya da rahatsızlığın olduğu günlerde ve bir de ailevi, ilişkisel ya da hormonal huzursuzların başgösterdiği günlerde bu stres tavan yapıyor. İşe gitmek zor geliyor. Sonra ne zaman üniformamı giyiyorum, bir süper kahramanmışım da telefon kulübesinde üstümü değişmişim gibi, başka birine dönüşüyorum. Pelerinim olmayabilir, fularımla yetinin :) İçimdeki görev insanı uyanıp Bu ne ki bebeğim diyor Biz seninle ne hallerde ne uçuşlara gittik. Bunun mu üstesinden gelemeyeceğiz? Bana güven, sevdiceğine veda öpücüğünü ver ve kemerini bağla. Uçuyoruz!!!

Bu sefer de öyle oldu. Ayak bileğimin ve boynumun ağrısı geçmedi ama bağırsaklarım, nefesim ve en önemlisi de huzursuzluğum çoktan yatışmıştı limana vardığımda. Yolculuk beklediğimden uzun ama sakin geçti ve dün akşam buraya vardık. 

Bu sabah yogam yine içime sinmedi. Saat farkı yüzünden 03:45 te uyandım. Yogaya kadar telefonla haşır neşir olduğum yetmiyormuş gibi yogamı yaparken de  üçüncü prelüde başlayıp "ay sağ mıydı, sol muydu emin olayım" bahanesiyle telefondan Emma hocanın videosuna baktım.  Zaten hala uçuş yorgunuyum araya telefon da girince hevesim kaçtı. Aklımdan burada bitireyim mi diye geçti. Devam ettim ve kapanışa doğru herşeyin geri çekildiği o hale bir adım yaklaştığımı hissettim de ama içimde o hale doğru atmak istediğim onlarca başka adımın özlemi var. Neticede bu gün de benim yogam nefesimle buluştuğum kutsal alanımı ziyaretten ziyade bir ders kıvamında geçti. Başlarken yaptığım otuzar sayı ısınmaya yazık oldu, haybeye gitti o kadar hazırlık vallahi :) Ama burada gün henüz taze. Bu şehrin bana sunduğu alışveriş merkezleri ve eğlence parklarına yüz vermedim. Bir botanik bahçesine gidecektim ama pazartesileri kapalıymış. Koca gün yapacak birşeyim yok. Şimdi çıkar bir kahvede biraz kitap okur içimde kalan adımları atmak üzere güneşin batışını samapadada karşılarım diyorum. 

2 Temmuz 2017 Pazar

yandaki mattaki yabancı ve sanghalara doyamamak

 

IMG_3778   Pantrix Kasım 2015 Sanghamız ♥️

 

Bu sabah orta seviye sanghası olarak stüdyoda buluşup, ders yılı sonunda öğrendiğimiz üçüncü prelüdü çalışma randevumuz vardı, dolayısıyla,her zamanki saatimden geç uyandım. Dünkü yazıda sarılacağım, kucaklayacağım dediğimden olsa gerek ( :P) pek kalabalık değildik. On kişiden azdık galiba. Biraraya gelmek heyecanlı şey. Buraya yazan sangha mensuplarından Anıl, Zeynep ve Özlem vardılar sabah sınıfta. Yazıp da bu sabahki buluşmaya gelememiş olanlar gibi yazmayan ama bizimle, burada olduklarını hissettirenler de oldu. Herkes benim gibi hissediyor mu bilmem diye başlardım ben bu cümleye normalde ama bu alan sayesinde anladım ki çoğumuz aynı hislerdeyiz; aynı öğrencilerden oluşan bir sınıf olarak uzun süredir aynı hocadan ders görüyor olmak aramızda çok güzel bir birlik duygusu oluşturmuş.

Yoga insanı katman katman soyar, hocamızın hocasının dediği ve burada diğer arkadaşlarımızın da daha evvel değindikleri gibi “ruhu ruh olmayan her şeyden arındırır” iken tanıdık gözlerin önünde soyunmak işi biraz daha kolaylaştırıyor bence. Daha güvenli, daha desteklenmiş hissediyorum ben. Mesela eskiden; yoga stüdyolarında hoca seçip derse girerken yanımdaki matta benim yapamadığım bir pozu yapan kişiye, ne yalan söyleyeyim, biraz haset duyardım. Öncelikle o bir yabancı idi benim için genellikle. Beceremediğim o poz ne ise artık (illa ellerin kolların üzerinde dengeye kalkılan bir şeymiştir, onları hala beceremiyorum ) bir yabancının gözünün önünde başarısız olmaktan, o başarısızlığımı nasıl karşıladığımı açık etmekten rahatsız olurdum galiba. O zamanlar bilmiyor muydum peki, yoga başarmakla ilgili değil! Sorsanız söylerdim elbet; ama bilmek ayrı, uygulamak ayrı. İşte bu bilgiyi uygulama alanını ben sangha’da buldum.

İlk sangham canım arkadaşım Mey’den aldığım eğitmenlik eğitimindeki kızkardeşlerim oldu. Çok şanslıymışız; on kişilik bir gruptuk. Altı ay boyunca aynı hocanın öğrencisi olduk; öğrendik, açıldık, güldük, ağladık, şaşırdık… Çoğunuz eğitmenlik eğitimi almışsınızdır, neden bahsettiğimi tahmin ediyorsunuzdur. Hala görüşüyoruz. Hepsini çok seviyorum.

İkinci sangham o zamanlar bloğunu takip ettiğim ama burnumun dibindeki yoga okulunda verdiği derslere gitmemiş olduğumdan kendisini henüz tanımadığım Defne Hoca’dan okuyup izini sürerek bulduğum Pantrix Sanghası. Her ziyaretimde genişliyor, derinleşiyor. Şurada anlatmıştım; isterseniz buyrun… Onları artık aileden sayıyorum.

Bir de kısa süreli olsa da Aştanga sanghası girdi araya. Onu da yazmazsam tek kişilik dev sangham Gül'cüğüme ayıp olur.

Ve tabi Shadow Yoga ailem. Sadece sınıf arkadaşlarım değil; alt ve üst seviyeler ve İzmir ayağıyla; ben biricikliğimi ve sıradanlığımı aynı anda deneyimlerken bana destek olduklarını hissettiğim yol arkadaşlarım.

Sende sangha bolmuş diyeceksiniz, durun daha bitmedi; bir de siz varsınız. 28günyoga sanghası olarak sizi es geçmeyeceğim elbette : )

Şu kendi yogamı yapacak yerde yandaki mattaki kızın ne yaptığına baktığım, hasedimi itiraf ettiğim sahneye geri dönecek olursak: Hocam Panço elimize yoga pozlarının mükemmel hallerinin fotoğraflandığı bir kitabı verip işaret etmişti: Mükemmel öne katlanma fotoğrafındaki kız ile mükemmel geriye açılma fotoğrafındaki aynı kız değil. Çünkü hepimizin bedeni yapısı gereği bazı şekillere daha kolay giriyor. Bununla birlikte, yine onun sözleriyle your body is highly suggestible! Bedenimiz önerilerimize son derece açık. Kafamız açık olsun yeter ki!

Bir de şu var ki; Bir sanghanın parçası olduğunuzda  o yandaki mattaki (mat da kullanmıyoruz ya biz, lafın gelişi işte) kız artık bir yabancı değil ; Zeynep olsun bu seferlik o kız mesela. At duruşunda duruyor olsun Zeynep. Gözüm ona kayınca düşünmeden edemiyorum, ne güzel duruyor öyle. Ayaklarının, üst bacakları ile alt bacaklarının mükemmel açısı, gövdesinin kalçası üzerinde dik ve hafif duruşunu görünce mutlu oluyorum. Zeynep’i iki senedir defalarca gördüm yoga yaparken, onun da bir asana modeli değil bir insan olduğunu, zorlandığı ya da kolayca girdiği pozlar olduğunu biliyorum. Bir de üstüne üstlük seviyorum onu. Öyle olunca onun bu harika duruşu beni haset değil mutlu ediyor.

Belki siz yandaki mata bakmayanlardansınızdır. Ne mutlu size. Olur ya aramızda benim gibi yandaki mata göz atanlar varsa bilesiniz; sanhga bu zararlı alışkanlığa da birebir : )

Bu gün üçüncü prelüdü çalıştık ve ben gördüm ki bir aydır omzum ağrıyor diye çalışmadığım bu prelüdde omzumu incitebilecek sadece bir hareket varmış. E ben bilmiyor muydum bu prelüdde ne hareketler var. Güya biliyordum ama işte yine; bilmek ayrı uygulamak ayrı. Canımın yanacağı fikrine körü körüne inanmaktansa bir defa uygulasaymışım yeni öğrendiğim, çok da zevk aldığım bu seriden ayrı bir ay geçirmek zorunda kalmazmışım. Neyse, önümüzdeki günlerde bu açığı kapatırım artık.

Yarın işe başlıyorum sanghacığım. Bana yine Amerika yolları gözüktü. Bu gece yazmakta bayağı geç kaldım. Şimdi bunu yayınlayıp uykuya koşacağım ki yarın yogamdan geri kalmayayım. Hepinize iyi uykular!

29 Haziran 2017 Perşembe

J U S T D O I T!!!

097D354D-8DA0-44FE-BB8E-2248B5B15C2F-4203-000002E6FD646644

 

Sabah beşte çalan saate nazlanmadan uyandım bu gün. Dün gece eve geç döndüm. Geç dediğim benim standardıma göre geç, saat on bir falandı. Uyuyuncaya kadar gece yarısı olmuştu, uyanabileceğimden emin değildim ama yine de saati kurdum.  05.55 alarmı ile de yedekledim. Gerek kalmayacakmış.

Bir evvelki  ayı da sayarsam neredeyse 30 gündür düzenli çalışıyor olmanın semeresi galiba; geçen haftalarda şikayetçi olduğum standart direncim pek ortalarda yok. Kararlılık direncin hakkından geldi mi ne sevgili sangha? Ya da direnç akıllı çıktı, baktı hapırsa da köpürse de o yoga yapılıyor; artık ne kendini yoruyor ne beni geciktiriyor sağolsun. Sadece yogaya başlarkenki tavrımda değil değişim, asanalarla pazarlıklarım da azaldı. Kesinlik ne güzel şey. Teredütler, gönülsüzlük, becerebilir miyim soruları, yorgunum feveranları, araya ıvır zıvır işler sokmalar, dikkatini dağıtacak şeylerin peşine düşmeler... biliyorsunuz işte, o direnç sizin hayatınızda ne şekilde ortaya çıkıyorsa onlar ortadan kalkınca, meğer ne kadar daha kolay, ne kadar daha güzel oluyormuş yoga. Saatin sesini duydun, sabahın olduğunu bildin. Güne yoga ile başlayacağını da bildikten sonra o kutsal zaman dilimi bitene kadar dışarıdan gelecek başka bir bilgiye ihtiyaç yok(muş). Bütün dikkatini içeriye yöneltebilir,  kendini bilmeye adayabilir(miş)sin. Boşuna demiyorum, büyülü bu dünya :) Yoktan mutluluk var ediyor :)

Bu çoşkudan da anlayacağınız gibi keyfim çok yerinde. Fakat mutluluk da bir vritti sonuçta. Yoga bu gün bal kaymak gibi geldi gelmesine ama meditasyona oturmak kolay değildi zira zihin  bu sefer de bir coşku eşliğinde, hafif bir ciddiyetsizlik haliyle çalkalandı durdu. Olsun! Derdim de bu olsun, razıyım :) Galiba üzerimdeki bu hafifliğin bir sebebi de canım kızkardeşimin eşi ve oğlu ile birlikte annemi de tatile götürmüş olması. Ben ailesine fiziksel olarak uzak olmayı tercih eden biri olsam da aramızdaki duygusal bağlar çok güçlü. Özellikle de anneciğimle. Sizin de öyledir belki. Onun mutlu olduğunu bildiğimde içimde güller açıyor. Böyle söyleyince kulağa ne hoş geliyor değil mi? Bir de şöyle söylesem: benim annemi (ve tabi daha kimleri kimleri) mutlu etmeyi kendime görev edinmiş bir tarafım var. Onun mutlu olduğuna karar verdiğim (çünkü onun mutlu olup olmadığını ben nerden bileyim, en fazla tahmin edebilir, bu şartlarda mutludur diye öngörebilirim ancak) zamanlarda da  yaşasın o mutlu dolayısıyla benim onu mutlu etmek için bir şey yapmama gerek yok diye düşünüp rahatlıyorum. Benim başka tarafım tabi ki biliyor (ve unutup unutup hocasından tekrar öğreniyor) ki kimse kimseyi mutlu edemez, mutluluk şartlardan bağımsız, kişisel bir tercih. Herkes kendi mutluluğundan kendi sorumlu. Durun bakalım, ümidim var. Dikkat etmeye devam eder, tembellik etmeden, duygusallaşmadan gerekli çabayı gösterirsem bana kimin yüklediğini bilmediğim bu görevi icra etmekten vazgeçebilirim. İyi günümde olduğum için isitifaya hayli yakınmış gibi hissediyorum.

Bugün temizlik günüydü benim küçücük evimde. Tatilden döndükten sonra eve yerleşememiştim bir türlü, üzerine bir de üç hafta Ekvador'a gidince ev iyice çığrından çıkmış. Tozdan kirden şikayet etmiyorum ama gözümün değdiği her yerde ayıklanacak, kaldırılacak, atılacak şeyler birikmiş. Birgül abla camlara, ben dağınıklığa giriştik. Halıyı kaldırdık, mutfak raflarından, banyodan atılacak türlü şeyi ayıkladık. Ev de ben de ferahladım.

Saat dörtte Cihangir Yoga'da kirtana gittim. Bilmeyen varsa kirtan dediğim ; Marcel gitar çalıyor biz de artık o gün kaç kişi geldiyse (rekorum, Marcel ve Gamze-ki o ikisi organize ediyorlar bu buluşmaları- dahil: 5 :/ ) önceden belirlediğimiz Sanskrit mantraları, şarkıları söylüyoruz topluca. Benim sevdiğim Krishna Dass'ın bir sürü parçasını çalıyoruz. Bir fikir sahibi olmak isterseniz buradan buyrun. Bu gün temiz evde, temiz kafayla, niyetlerimin arasında saymış olduğum kirtan defterimi yapmaya başladım. Önce Sanskrit versiyonlarını bir bir yazdım, karşı sayfaları boş bıraktım. Teker teker araştırıp bayılarak söylediğim bu ezgiler kime yakılmış, neler anlatıyorlar o bilgilerle dolduracağım o boş sayfaları. Bir de Tanrıçalar kitabı almıştım. Böylelikle ondan da faydalanmış olacağım. Bu gün Om Namah Şİvaya İle başladım.

Yoganın kutsal dilinde söylenen sesler insanın enerji alanına etki ediyor kuşkusuz. Japa (mantra yinelemek)  zaten tanınan bir meditasyon biçimi. Sesinizin güzel olmasına gerek de yok. Belki bir perşembe yolunuz düşer de denemek isterseniz; bu etkinlik ücretsiz. Ben de oradaysam, köstebekliğimden (Pınar, ben baya kullanır oldum bu deyişi :) ) edindiğim bilgileri sizinle paylaşabilirim. Velhasıl, kirtan da bu güzel günün cilası oldu.

Bu günü bitirirken sizlere diyecek bir çift lafım üç kelimem bir de ünlem işaretim var sevgili sanga :)

J U S T  DO İT!

Evet, yıllarca ayakkabı kutularımızda, eşofmanlarımızda okuduğumuz gibi: JUST DO İT!

Kabul; başta kolay gelmiyor, bazı sabahlar yataktan mata giden yol dik bir yokuş, bedenin de bin tonluk bir taşmış gibi gelebiliyor. O taşı o tepeye sürüklemektense bin bir mazeret üretmeye hazır zihin. Ama o yokuştan bir düzlüğe çıkılıyormuş yahu sangha! (Bu hitap etme hali ne güzelmiş yahu!) Düzlüğe çıktık diye başka yokuş yok değil elbet. Diyorlar ya bu bir sarmal. Ben bu sarmalda tırmanırırken işte, size Just Do İt,  kendime de KEEP ON DOİNG İT canım diyorum. Aklınıza yattıysa yarın sabah yokuşun başında görüşürüz 😍