18 Temmuz 2017 Salı

korkmak ve inanmak

Bu gün sabah olacak oldu önce sonra aydınlık sanki bir adım geri çekildi; yağmur bulutları günü devraldılar. Deli gibi, bardaktan boşanır gibi, memleketçe tropik bir iklime ışınlanmışız gibi yağdı. Gece ikide de kulak tıkaçlarımı aşıp da kendini duyuran gök gürültüsüne uyanmıştım. Sabah beş buçuk alarmına gözümü açtım ama ayılamadım. Samapadaya varana kadar 7 oldu. Karnımın şişliğini dikkate alıp uddiyanaları bıraktım son bir kaç gündür. Balakramaya devam. Bedenimin sol yanında başıboş bir at gibi dolanan bir ağrı var ne zamandır. Omzumdaki incinmeden başka bir de bu var yani artık. Bir bakıyorum kalçamda, sonra böbrek bölgesinde, uzundur da sol ayağımının tabanı ve bileği arasında gezinmekte. New York’ta yürüyemez hale gelmiştim bayağı. Ondan bisiklet tuttum da yine de durmadım, oturamadım kıçımın üzerine.. Yoruldum tabi ama işte bu sefer de böyleymiş. Bazen turp gibi oluyorum çıkasım gelmiyor, bazen de sürüne sürüne sokağa atıyorum kendimi. Kara kara düşündüm ya dönüş yolunda canıma okursa diye ama üniformanın kerameti bir defa daha kendini gösterdi. Sanki başkasının ayağı, hiç mi ağrımaz; sağolsun. Dünden beri yavaş yavaş sızlıyordu, bu akşam iyice hissediyorum acıyı. Yarına osteopatla randevum var. Bakalım ne diyecek, nasıl gelecek?

Sabahki o havayı seviyorum. Yazın ortasında soğuğu, sabah sabah karanlık gökyüzünü, kışın sürpriz sıcak günlerini, çok yağmuru, çok karı… İşe gitmek zorunda değilsem daha da çok seviyorum. İşe varmayı becerdikten sonra ya hava muhalefeti yüzünden kapalı oluyor bizim dükkan ya da sallana yalpalaya uçuyoruz. Merak etmeyesin, hiç korkmuyorum sanghacığım . Korkusuz bir insan olduğumdan değil. Ne çok şeyden korkarım bir bilsen. Küçükken en çok karbon dioksitten korkardım. Nasıl öğrettilerse artık fotosentezi. Odamda çiçek varsa o saksı dışarı çıkmazsa uyuyamaz, gece anneannemin çiçek bahçesinden hallice balkonuna adım atmaz, karanlıkta ormanda olmaktan hele, ölümüne korkardım. Evimizin karşısındaki büfede satılmaya başlanan, ucuz bir külaha makineden dolan şu Mc Donalds tipi dondurmadan beni vazgeçirmek için anneannemin sadece içinde karbon dioksit varmış demesi yetmişti. Bir daha ağzıma sürmemiştim. Köpeklerden korkardım. Bağlı olanlardan bile. Denizden, vücüdumun görmediğim bir yerine ne olduğunu billmediğim bir şeyin dokunmasından, yosunlardan ve küçük de olsalar balıklardan da (hem sever hem de) korkardım. Koca kızdım, sevgilim vardı; hala karanlıktan korkardım. Bu korkular yavaş yavaş azalmaktalar. Hepten bitenler var, sürenler var. Ama işte allahın işi uçmaktan korkmadım, rızkımı çıkartabildim bu işten böylece. Korkanlara da aman dedim hep, korkuyorsanız da rahat rahat korkun. Bir de korkuyoruz diye utanıp sıkılmayın. Bazılarına benim nelerden korktuğumu anlattım, biraz rahatlasınlar diye. Güldüler. Ölümden çok korkardım, mezara koyuyorlar da öldüğünü o gece orada kafan tabuta vurunca anlıyor ve işte o zaman gerçekten ölüyorsun gibi, bir çocuğa asla anlatılmayacak saçma sapan bir hikaye anlatmış biri zamanında. Yıllarca onu düşünüp korktum. Otuzumdan sonra yarım yamalak inancımı bu ve benzeri safsatalardan temizleyip korkunun yerine sevigiyi koyunca o  bitti şükür. . Bir de babamdan çok korkardım. Ne acı; bir çocuğun var oluşunun elle tutulur iki sebebinden birine duyduğu en kuvvetli hissin korku olması ne üzücü. Belki diğer bütün korkuların kaynağı buradadır. Hala da rahat değilim babamla, çekiniyorum diyeyim. Bu baba korkusunun devamıdır galiba bazı insanlardan korkuyorum ben. Son zamanlarda, bu korkuyu bahane edip geliştirdiğim bazı sakınma (avoidance patterns?) paternleriyle gerçek benliğimden ne çok uzaklaştırıp hayatımı ne gereksiz bir yokuşa sürdüğümü farkettiğime sevinirken yıllardır kendime çektirdiğim eziyetlere ise üzülüyorum.

Geçen inanç mevzusu olmuştu ya; ben inanıyorum sangha. Neye olduğunu bilmeye ihtiyaç duymadan inanıyorum. Hayata inanıyorum. Geldik gidiyoruz, elimde canımdan başka inananacak başka bir şey de yok zaten. Sadece kendi hayatıma, canıma değil. Bu sabah trafikte elimdeki vegan sandviçi paylaştığım taksicininkine, beni en yanlış anlayan iş arkadaşımın, en canımı sıkan yolcunun canına, en duymak istemediğim şeyleri söyleyen ya da en çok kıskandığım arkadaşımınkine, anası babası kimdir umrumda olmadan içime sokmak istediğim çocukların canına… Olan herşeyin olmak zorunda olduğuna inanıyorum da … yine de isyan etmiyor muyum?  Ermiş değiliz sanghamu, elbette ediyorum: isyan da ediyorum, hata da yapıyorum, yalan da söylüyorum bazen kendime (çok çok daha seyrek de olsa bazen de başkalarına). Hayatın da çok umurundaydı. Ne yapsam kendi canıma yapıyorum. Sonra işte omzum ağrıyor, ayağım tutmuyor… Sonra da geçiyor işte :)

Bu günkü halimi böyle. Bu sabah sonunda patlayan gökyüzüne eşlik edercesine başlayan periyodumun ağrısız ve akıcı seyri yüzünden tuhaf hisler içerisindeyim. Yogadan sonra başlayan regl sağolsun bu günkü yogayı bana bağışlamış oldu. Sabahki tufana aldırmadan evden çıkıp kendimi bir taksiye attım ve normalden çok uzun süren bir yolculuk yaparak da olsa sanghanın bir kısmını kahve içerken yakalamış oldum. Ne güzel oldu. Bir süredir her bakımdan bu sabahki yağmur gibi bir fırtınanın ortasındayım aslında. Ama hayatın eli hep üstümde şu sıralar; bir soru sorsam cevabı geliveriyor, sevgiyi çok derinden deneyimliyorum, baktığım şeyler netleşiyor, güzelleşiyor gözümün önünde. Hayat bütün zorluklarına rağmen kolayca yaşanıyor içimde. Yaşama inandıkça onun büyülü örgüsü de daha sıkı, daha görünür bir hale geliyor sanki.

Ya işte; korkuyorum diye başladığım bu yazı seviyorum, güveniyorum diye bitince de şaşırıyorum. Yarın kırmızı çadır sannghacığım. Yolun sonuna da varmak üzereyiz. Ben soğanımın bir katmanını daha soydum diye düşünüyorum. Bu gün samapadada kendimi Ali’nin kapanış mantrasını sayıklarken buldum: sanghama selam olsun, sanghasızlık başa bela, sanghadan biri benim, ay onun, dur bidakka; sanghamın hepsi benim sevdiceğim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder