14 Ağustos 2017 Pazartesi

çünkü sevmek en kolay...

Dün gece yatmaya yakın içimde bir yazma hevesi şırıl şırıl nehir oldu aktı. Uyuyuncaya kadar neler neler yazdım zihnimin hayalı daktilosunda. Rüyalarım da bir renklendiler birkaç zamandır. Dün de rüyamda harıl harıl anlattım, kendimi ifade edebildikçe keyiflendim, çoştum. Sabah kalktım o şırıltılı nehir hala akmakta, hala diyecek lafı var. Kendini anlamak ve anlatmanın, içerideki ve dışarıdaki hayatı aktarmanın zevki sürüyor. Neden böyle olduğunu tahmin edebiliyorum. Son dört gün biri Murat Gülsoy ikisi  Ayfer Tunç’a ait üç kitap ile geçti. Onları okudukça benim içimdeki anlatma canavarı uyandı. Ağzını şaklata şaklata bekledi ki ben oturup da yazayım. Ama işte bir türlü oturup da yazmadım. O da seni mi bekliycem dedi zaar, sen ister kayda geçir ister geçirme yavrum ben yazıyorum. Dün akşam o gazla başladı konuşmaya. Sanki kafamın içinde biri bana birşeyler dikte ettiriyor, hızına yetişemedim.

Yazmak biraz gazoz gibi sanki. Şişenin kapağı açılınca hemen kafana dikmezsen gazı kaçıyor. Aman nasıl olsa hatırlarım dememek lazım, hatırlanmıyor. Tadı değişiyor. Şu deli defterini tutmaya üşenmemek gerek.

İlk iki paragrafı okuduktan sonra yazının sonuna varınca aman bunu mu anlatmak için çağlıyordu için diyeceksiniz diye korkuyorum. Hayır, başka şeylerdi dün beni o kadar heyecanlandıranlar ama işte şimdi elimizde bunlar var. İdare ediniz.

Uzundur kurmaca okumaya ara vermiştim. Yoga ile ilgili, psikoloji ile ilgili olmayan okumalara burun kıvırır olmuştum bir süredir. Hele de yoga ile ilgili okumalarda bir eşikten geçtiğimi,  on yıl evvel okuduğumda bir şey ifade etmeyen metinleri anlayabilmeye başladığımı ayrımsayınca bütün vaktimi ona adamalıyım diye kendimi şartladım belki de. Vazgeçmek de istemiyorum yoga okumaktan. Önemsiyorum. Ama kurmaca okumak da öyle keyifli geliyor ki şu sıralar, o yoga kitaplarına canım azıcık yana kaykılın da şu romanlara yer açın diyorum artık, saygıda kusur etmeden diyorum aman yanlış anlaşılmasın. Sonra bütün bu okuma eylemine bir de yazmayı eklemek için başka başka yerler açmak lazım geliyor hayatta. Bir şeyler tasnif edilecek, ayıklanacak, atılacak ki yer açılsın. Benim hayat zaten sıkış tepiş. Yazları eksik olmayın hepiniz bir yerlere gitmek istediğiniz için biz de evde oturamıyoruz. Bir aya üç kıta, onlarca şehir sığıştırıyorum, araya dostlar, arkadaşlar, aile. Bazı sabahlara yoga ve meditasyonlar bazılarınaysa ağrılar ve üzüntüler. Bir omuz hastalığı; hala geçmeyen ve bu amaçla görülmeye devam edilen doktorlar, terapistler, masajlar. İleri, geri giden gezegenler, büyüyen, küçülen, tutulan güzelim ay, gökyüzünde değişen açılar, bakışımda değişen açılar; heyecanlar, hezeyanlar, bunalımlar. Bir de astroloji kursu var parasını ödeyip de henüz kapağnı açmadığım. Sonra bir Suzan ve Levent var; ne zamandır ben hikayelerini yazayım diye bekliyorlar.

Ben de bekliyorum. Bir süredir bir yanımı anlamayı bekliyorum. Çok uğraştırıyor. Bekliyorum. Zihnimdeki bu yoğunlaşma tamamlansın, dönüşsün de bir yağmur olsun bu düşünce; bedenime insin ve ben de artık onu bir his olarak tarif edeyim. Edebileyim. Daha fazla düşünmeden hissederek anlayabileyim onu. Daha olmuyor. Olmadıkça kendime yükleniyorum, yüklendikçe inadına daha da olmuyor.

Geçen uçakta dizlerimin üzerine çökmüş bir şeyleri kontrol ederken önce kendi kendime dedim, sonra yanımdaki kıza tekrarladım: ben bu işi seviyorum. Yorgunluktan gebersem de, gözümden uyku da aksa seviyorum ben bu işi. Sevmeden yapılır iş değil zaten de işte yirmi yıl sonra hala heyecanlanıyorum ben önümüzdeki ayın programı için.

Dün yatmaya yakın yine bir sevgi seli yaşandı hayatla aramda. Sevmeyi seviyorum ben dedim. İş bahane. Sen de bahanesin sevgilim. İçimde çağlayan bu sevgi çoşa çoşa akmak, dünyaya, insanlara katılmak istiyor. Aslında sevgimin huyunu değiştirebilmeyi isterdim. Gözü dışarda. Keşke hemen dışarıya, başkasına katılmak istemese de önce içimde dolaşsa şöyle güzel güzel, uslu uslu. Büyük P’li Prana ile sulasa önce buraları, şuraları. Yıllardır beğenmediğim vücüt parçalarımı, ruh parçalarımı bana katsa, gidip hemencecik başkasına katılacağına. Böyle küçük ve heyecanlı bir çocuk gibi koşa koşa sevmese de artık biraz yavaşlasa, sakinleşse, durulsa. Yetişemiyorum bu sevgi seline ben. Üstelik sel diye boşuna demiyorum akıp giderken benim sınırlarımı da yerle yeksan ediyor sağolsun. Ben dağılıyor bu akışın içinde, sen de kalmıyor. Doğası bu, nasıl kızayım ona? Bu vahşi sevgimi nasıl ıslah edeyim. Başlığa şarkıyı yazdım çünkü gerçekten de sevmek en kolay. Hatta bazen benim için sevmek işin kolayına kaçmak mı diye düşünüyorum son zamanlarda. Çünkü haklıyken bile kızgın olmak, sevmemek öyle zor geliyor ki…anlatamam.

Bilemiyorum işte sanghamu. İki hafta oldu yoga da yapamıyorum üstüne üstlük. Bu Zilkade ayı canıma okudu. Google sağolsun, anlamına baktım: Cahiliye devri Arapları tarafından hurmaların olgunlaşması, hasadın toplanması anlamında kullanıldığı da yazıyor, oturmakla geçen ay, oturma zamanı demek olduğu da. Oturdum bu ay, bak o doğru. Yarın artık kırmızı çadırın 4üncü, zilkadenin 23üncü günü ve bu kadar oturduğum yetti deyip elsiz kolsuz yogama geri döneceğim. Hurmaların olgunlaşmasına gelince, içeride ve dışarıdaki bu kadar ateşin o hurmaları pişirmiş olduğundan şüphem yok. Yarın yoga olurken o beklediğim yağmur yağar belki. Belki  sevgim içimde daha evvel akmadığı bir yola girer, besler kendini. Belki de hiç bir şey olmaz. Varsın olmasın. Nasıl olsa sevmek en kolay.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder